29 Nisan 2009 Çarşamba

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı



29 Ekim 1929'da New York borsasının çökmesiyle başlayan Büyük Dünya Bunalımı (Kara Salı), tüm dünyada 1933'e değin yoğun bir biçimde yaşanmış, bu tarihten sonra silahlanma yarışı ile birlikte, gelişmiş ülke ekonomileri yavaş yavaş canlanmaya başlamıştır. 20.yy'ın ilk dünya çapındaki bunalımı olan 1929 Bunalımı'nda yanlızca gelişmiş ülkelerde 50 milyon insan işsiz kalmış, iflaslar, dünya üretim ve ticaretindeki düşüşler o zamana değin görünmemiş boyutlarda olmuştur. Avrupa'da Faşizm, dünyada Militarizm'in yükselişi, dünya bunalımının yarattığı koşullarda gelişmiştir.

A.B.D.'de başlayan ve Ekim 1029'da New York borsasının çöküşüyle simgeleştirilen bu bunalımın tohumları "canlanma dönemi" olarak adlandırılan 1924-1929 arasında atılmıştı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki ekonomik etkinlikler, A.B.D. ekonomisine ve para politikasına adeta bağımlı hale gelmişti. "Neşeli 1920'ler" olarak anılan dönemde, A.B.D. ekonomisinde, otomobil, elektrikli mallar ve petrol gibi yeni sanayilere yapılan yatırımlar büyük bir canlılık doğurmuştu. Büyük kar beklentileri, hisse senetleri alım satımının yoğunlaşmasına ve bunların fiyatlarının hızla yükselmesine yol açarak, aynı zamanda spekülatif yatırım ve alım satımları çok çekici bir alan durumuna getirmişti.

Bu dönemde ilk bunalım belirtileri tarımsal alanda görülmeye başlandı. I. Dünya Savaşı nedeniyle tüm ülkeler tarımsal üretim kapasitelerini arttırmışlardı. Savaştan sonra, talebe göre bir dünya tarımsal üretim fazlasının ortaya çıkmasıyla birlikte 1920'lerin ortalarından başlayarak tarım ürünleri fiyatları düşmeye başladı. Hem gelişmiş, hem de geri kalmış ülkelerin tarım kesimlerindeki üreticilerin gelirlerindeki düşüş, bunların sanayi kesiminin mallarına olan talebini de düşürdü. Dünya üretim kapasitesi ve üretimi artmıştı ancak bu fazla üretim, tarımsal bunalım, yüksek gümrük duvarlarıi adaletsiz gelir dağılımı ve özellikle A.B.D.'nin güttüğü parasal politika nedeniyle, dünya çağında satılamıyor, tüketilemiyordu.

A.B.D. ağır tazminatlar ödemek durumunda kalan yenik devletere, 1924 Dawes Planı ile büyük krediler açmaya başlayınca başta Almanya olmak üzere, bu ülkeler üretimlerini arttırıp, tazminat ve borçlarını A.B.D.'ye mal olarak ödemek istediklerinde, A.B.D. kendi pazarını korumak amacıyla buna yanaşmadı. Dolayısıyla yeterince ihracat yapamayan yenik devletler borçlarını ödeyemez duruma düştüler.

19. yüzyıl'da İngiltere'nin dünya ekonomisinde oynadığı rolü, I. Dünya Savaşı'ndan sonra üstlenen A.B.D., İngiltere'nin güttüğü parasal politikalardan farklı olarak, hem dünya ülkelerine kredi açıyor, hem de ihracat fazlası politikası güderek, diğer ülkelerin A.B.D'ye olan borçlarını ödemelerini imkansız kılıyordu. 1928'de A.B.D.'nin Avrupa'ya açtığı kredilerin kesintiye uğraması ve geri çekilmeye başlanmasıyla, ekonomileri büyük ölçüde bu kredilere dayanan Avrupa ülkeleri de ekonomik bunalıma girmeye başladı. Bunun üstüne A.B.D'deki 1929 bunalımı da eklenince, dünya ülkelerinde doğrudan bunalım çok daha da derinleşti.

24 Nisan 2009 Cuma

George Bernard Shaw Düşündürürse



Benim kafamı dinlendirmek üzere seçtiğim yollardan biri yazar, filozof, devlet adamı, sanatçılara ait güzel, düşündürücü sözleri okumaktır. Bu sözlerden bir çoğu da 1925 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan George Bernard Shaw'a aittir. Ben de kendi kendime 'madem bu adamın düşüncelerini çok seviyorsun, neden onun hakkında birkaç kelime yazmıyorsun! diye düşündüm.

George Bernard Shaw'ı kısaca İrlandalı oyun yazarı, romancı, eleştirmen, denemeci olarak tanımlayabiliriz. Shaw, 26 Temmuz 1856'da Dublin'de doğmuş, 2 Kasım 1950'de İngiltere'de ölmüş. Annesinin bir müzik öğretmeni oluşu sayesinde gelişen büyük müzik sevgisi, onun ileri yaşlarında iyi bir müzik eleştirmeni olmasını sağlamış. 1876'da annesiyle birlikte göç ettiği İngiltere'de British Museum'un kütüphanesinde kendisini geliştirmiş ve romanları ile adını duyurmaya çalışmış. Eserlerinde gününün kalıplaşmış değerlerini her zaman kuşkuyla karşılamış, aykırı ve alaycı tavrıyla kof düşünceleri çekinmeden gözler önüne sermiş. İlginç kişiliği onun uluslararası boyutta da merakla izlenen bir bilge sayılması ve güncelliğini korumasını sağlamış. O insanların akıllarını kullanarak daha mutlu bir dünya yaratabileceklerini anlatmaya çalışmış hep. Duyguyu ihmal etmeden düşünce öğesini öne çıkarmak istemiş ve öğrenmeyle eğlenmeyi ustaca bağdaştırmış.

İşte size George Bernard Shaw'un bazı sevdiğim sözleri :

"Yalancının cezası, kimsenin kendisine inanmayışı değil, kendisinin kimseye inanmayışıdır."

"İnsanlar tecrübeleri nispetinde değil, tecrübelerinden aldıkları dersler nispetinde olgundur."

"Susmanın kudretine inanıyorum. Bu mevzu üzerine saatlerce konuşabilirim."

"Yaşlanmadan akıllanmayı çok isterdim."

"Özgürlük sorumluluk demektir. Bu neden birçok insanın ondan neden korktuğunu açıklıyor."

"Sen aksini iddia etmediğin sürece, hiç kimse sana birşeyler anlatamaz."

"Yanlışlık fare deliğinden geçer, doğruluk kapılardan sığmaz."

"Dürüst insan sadece gerçeği söyler, akıllı insan ise yanlız zamanında."

"Çok dinlememiz ve az konuşmamız için, ,k, kulağımız ve bir dilimiz var."

"Dünyada değişiklik yapmakta başarılı olanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır."

"Bilgi paraya benzer, kazandıkça tutkuya dönüşür, ancak bu iyi bir tutkudur."

"Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa, bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz."

"Akıllı insan aklını kullanır, daha akıllı insansa başkalarının aklını da kullanır."

"Aklın sakıncası insanı sürekli olarak bir şeyler öğrenmeye zorlamasıdır.Ahlak duygumuz ihtiraslarımızı kontrol eder."

"Beden er geç bıkkınlık verir insana. Düşünceden başka hiçbir şey güzel ve ilginç kalmaz. Çünkü düşüncedir gerçek yaşam.... Filozoflar yüz mucize görür bir günde; bilgisizler ve düşüncesizler ise günlük işlerden, alışılmış uğraşlardan başka birşey göremezler ..."

"Her şey üstüne düşünmeye alıştırın kendinizi; ama gerçekte olduğu gibi düşünün, söylendiği gibi değil!"

"Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: Neden? Ama ben olmayan şeyleri hayal ederim ve derim ki : Neden olmasın?"

"Yaşamımız yaşadıklarımızla değil, beklentilerimizle şekillenir."

"Hiç düş kırıklığına uğramayanlar, hiç umut beslememiş olanlardır."

"Her kelimeyi bir şekille anlatan Çinçede 'risk' iki şekil yanyana getirilerek yazılır : Tehlike ve fırsat!"

"Yaptığım on şeyden dokuzunun başarısızlıkla sonuçlandığını gördüm gençken. Başarısız olmak istemiyordum, onun için ben de onk at daha çok çalıştım."

"Hepimiz bir kere daha doğmalıyız, sonra bir daha ve bir daha ..."

"Bu dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir."

"Kötülük yapmamış kişi iyilik yapamaz; hata yapmamış kişi hiçbir şey yapamaz."

"Gerçeğin hakkını sadece hatalar verir."

"İnsanlar tecrübeleri kadar değil, tecrübe kapasiteleri kadar bilgedir."

"Deneyimden daha güçlü bir öğretmen yoktur ama öğrenme isteği bulunmadıkça deneyimden birşey öğrenilmez."

"Sorun çaresizlik değil, isteksizliktir. İsteksiziz çünkü çocukken bize uygulanan ilk şey içimizdeki isteği öldürmektir."

"Attığınız tokada karşılık vermeyen kişiden sakının; o hem sizi bağışlamaz hem de kendinizi bağışlamanıza olanak sağlamaz."
Kaynak : Life and Persanality of Bernard Shaw-H.Pearson, Hayata Yön Veren Sözler- Akın Alıcı, Güzel Sözler-Banu Kopuz, Fatma Işık

20 Nisan 2009 Pazartesi

İpek Yolu


Kırmızı çizgi - ana ipekyolu / sarı çizgi - avrasya stepleri yolu / mavi çizgi - ana bağlantı yolları

Dünyanın önde gelen iki medeniyeti olan Roma ve Çin arasında coğrafi anlamda büyük bir mesafe vardı. Çin'in batısıyla ona en yakın Karadeniz limanları arasındaki kara yolu bile dünyadaki en uzun mesafeydi. Dağlar, platolar, taşlık ovalar, tuzlu çöller, coşkun ırmaklar ve devasa bataklıklar bu ikisini birbirinden ayırıyordu. Mallar, tüccardan tüccara, pazarlardan başka pazarlara el değiştirdiğinden uzun konvoylar halindeki atlar veya develerin sırtında taşınıyor ve bu yol kesintisiz bir yol biçimde değil bayrak yarışı gibi ilerliyordu.

Doğudan en sık taşınan mal, ipekti. Roma ve İskenderiye'nin zenginleri ipek giysiler giymek istiyorladı ve uzun zaman boyunca Çin tek ipek üreticisiydi. Küçük ipekböcekleri, Çin'deki milyonlarca dut ağacının yapraklarıyla beslenerek yalnızca 45 gün yaşayabiliyorlardı. Ancak bu kısacık hayatı boyunca her bir ipekböceği incecik iplerden oluşan kozalar yapıyor ve bu kozalar açıldığında 900 metre uzunluğunda bir ip elde edilebiliyordu. Bu ince teller, Çin'in pek çok yerinde elle işlenerek ipliğe dönüştürülüyordu.

İpek, mucizevi bir ip ürünüydü. Hafif, yırtılmadan kolayca birbirinden ayrılabilen, mor gibi parlak renklere boyanabilen, dokunuşu yumuşak olan ipek, onu giyebilen az sayıdaki Romalının hayranlığını kazanıyordu. Pahalı olduğundan Çin'de sıradan insanlar tarafından kullanılamıyor, Akdeniz'e getirildiğinde daha da pahalı oluyor ve Roma'ya vardığında lüks bir mal larak değerlendiriliyordu.

İpekböceği, yorulmak bilmeyen ve üretken bir böcek olduğundan diğer ülkelerden bazı tüccarların da peşine düştüğü bir türdü. Bazen Hindistan'a kaçırılarak düşük kaliteli ipek kumaşları yapılıyordu. İpekböcekleri daha sonraları Sicilya ve Fransa'ya götürülse de Çinli ustaların becerileri ve yöntemleri aynı şekilde taşınamadı, en kaliteli ipek Çin'de üretimeye devam etti.

Çin'in ekonomik hayatı o kadar ilerlemiş ve çeşitlenmişti ki Batıdan gelen ürünlere fazla ihtiyaç duyulmuyordu. Ancak Mısır ve Lübnan'da üretilen ve develerin horgüçlerinde taşınması çok zor olsa da ticaret yollarıyla tüm Asya'yı dolaşan ince camdan yapılan bazı ürünleri memnuniyetle alıyorlardı. Camın yanısıra Çin'in diğer ülkelerden aldığı ürünler arasında yün ve benzeri kumaşlar ve değerli metaller de bulunuyordu.

İpek yolu boyunca yalnızca ipek değil Batı'nın hayranlıkla baktığı başka ürünler de taşınıyordu. Tıpta kullanılan değerli bitkiler olan ravent ve tarçın da Çin'den geliyordu. Daha önemli olanlarsa tohum ve canlı bitkilerdi. Çin, yüzyıllar boyunca diğer ülkelerin ondan tohum ve bitki ödünç aldığı bir ülke olageldi. İlk olarak Çin'de ekilen şeftali ve armut ağaçları, milattan sonra ikinci yüzyılda Hindistan'a getirildi.

Portakalın ilk olarak yetiştirildiği ve orkide sahiplerinin zengin olduğu ilk yer de Çin'di. Portakal ağacı yalnızca meyveleri nedeniyle değil ok ve yay yapımında kullanılan ağacı nedeniyle de tercih ediliyordu. İsa'dan hemen önce Çin'deki portakal ve limon ağaçları, Hindistan'dan Kızıl Deniz'e uzanan deniz yoluyla Ortadoğu'ya getirildi. Zira M.S. 79 yılında volkanik küllerin altında kalan Pompei şehrindeki bir mozaikte portakal ağacı figürlerine rastlandı.

Kaynak : A Very Short Story Of The World - Geoffrey Blainey

14 Nisan 2009 Salı

Namaste Hindistan



Asya Kıtası'nın güneyinde, Umman Denizi ile Bengal Körfezi kıyısında, Pakistan ile Myanmar arasında, sırtını Himalaya Dağları'na dayamış topraklarda, dünyanın demokrasi ile yönetilen en büyük ülkesi bulunur. Bugünlerde bir milyar üç yüz milyon kişiye ulaşmış nüfusu ile yakın gelecekte dünyanın en kalabalık lkesi de burası olacaktır. Bu beş bin yıllık tarih kokan topraklarda, 17 tanesi resmi olmak üzere 325 dil ve 1625 şive konuşulur. Bu dillerden onbir tanesinin alfabesi ve yazısı bulunur. Milyonlarca kişinin sokaklarda yaşadığı bu tezatlar ülkesi insanlarının, bilişim dünysını ellerinde tuttuklarını, dünyanın en büyük ikinci mühendis ve biliminsanı kadrosuna, dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olduklarını unutmayın. En zenginlerle en fakirlerin iç içe yaşadığı Hindistan'nın yakın gelecekte dünyanın kaderini çizecek oyunculardan biri olacaklarını düşünün.

Hindistan'da Namo saygı, Aste göstermek anlamına gelir. Namaste, Hindistan'da en çok kullanılan kelimedir. İki eli birleştirerek her şeyi kucaklamak ve kol altlarını havada tutmak 'her şeyim ortada' demektedir. Parmaklar kalbe sevgi, eller başa saygı yollar. Enerjinin ayaktan başladığına inanıldığı için, eğilerek büyüklerin ayaklarına dokunulur. Büüyükler de küçüklerin başlarına dokunarak sevgi ile karşılık verir. Şat ri akal, Tanrı tek gerçektir.

Sonsöz ise Mahatma GANDHİ'den;

Düşünceleriniz pozitif olsun
Çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur
Sözleriniz pozitif olsun
Çünkü sözleriniz davranışlarınız olur
Davranışlarınız pozitif olsun
Çünkü davranışlarınız alışkanlıklarınız olur
Alışkanlıklarınız pozitif olsun
Çünkü alışkanlıklarınız değerleriniz olur
Değerleriniz pozitif olsun
Çünkü değerleriniz kaderiniz olur.

10 Nisan 2009 Cuma

Dünyanın En Büyük Sanat Galerileri



Sanat tarihi meraklılarının en uğrak yerleri sanat galerileridir. En küçüğünden, ulusal niteliktekdeki en büyüklerine kadar resim sanatı ile halkı buluşturan yegane mekanlardır galeriler. Örneğin ben bugüne kadar olan bütün yurtdışı gezilerimi gezebileceğim ulusal galerin varlığına göre ayarlamışımdır; Paris, Floransa, Madrid, Amsterdam, Barselona ...

Derken kısa süre önce içime bir merak düştü, acaba dünyanın en büyük resim koleksiyonları hangileri olabilir? Elbetteki doğal olarak gerek nicelik, gerek nitelik bakımından şahsi koleksiyonlar ulusal bazdakilerin yanına yaklaşamıyor. İşte kuruluş tarihleri ile birlikte dünyanın en eski, en büyük ve en ünlü halka açık sanat koleksiyonları:

Uffizi Galerisi, Floransa, İtalya, 1591

Medici Sanat Koleksiyonu, 1591'den beri istek üzerine izleyiciye açıktır. 1737'de aile tarafından Floransa'ya miras bırakılmıştır.

Louvre Müzesi, Paris, Fransa, 1793

Önceleri kraliyet galerisi olan Louvre, devrimci hükümet tarafından halka açıldı.

Prado Müzesi, Madrid, İspanya, 1819

Kral 7. Ferdinand'ın karısı Maria Isabel de Braganza'nın ısrarı ile yaratılmıştır.

Ulusal Galeri, Londra, İngiltere, 1824

İlk mekanı olan John Julius Angerstein'in evinden 1838 yılında galeri oluşturmak amacıyla taşınmıştır.

Gemalde, Berlin, Almanya, 1830

Başlangıçta kraliyet koleksiyonu olarak kurulmuş, adı ve mekanları defalarca değiştikten sonra sonunda 1997'de yeniden toparlamnmıştır.

Hermitage (İnziva) Müzesi, St. Petersburg, Rusya, 1917

1764'de İmparatoriçe 2. Catherine'nin özel koleksiyonu olarak başlamış, 1917'de devlet müzesi ilan edilmiştir.

Ulusal Sanat Galerisi, Washington DC, A.B.D., 1941

Galeri olarak inşa edilen bina John Russell Pope tarafından tasarlanmıştır.

Kaynak: Eyewitness Companions Art, Robert Cumming

8 Nisan 2009 Çarşamba

Çikolatayı Seviyorum


Çikolatayı sevmiyorum" diyen kaç kişi olabilir sizce şu dünyada? Dünyada en çok sevilen yiyecek maddeleri sıralaması yapılsa eminim ilk üçe girer çikolata.

Çikolatanın ana hammaddesi kakao çekirdeğidir. Kakao çekirdeği Aztek'ler ile başlar. Aztek yerlileri kakaoyu kutsal kabul ederek ‘theobroma – tanrının yiyeceği’ adını verdikleri taştan yapılmış tanrılarına sunarlardı. İspanyolların Amerika kıtasını keşfi sonrasında 1544 yılında Avrupa ilk olarak kakao tanıştı.

1650’li yıllara kadar kakao çekirdeği kavrulup ezilerek bal ya da şeker ve baharat ilaveleri ile içecek olarak değerlendiriliyordu. 1674'de İngilizler ilk olarak çikolatayı katı hale dönüştürüp kek-pastalarında kullanmaya başladılar. Belçika 1700'lerde en büyük üreticiye dönüşürken, Yeni Dünya'da Amerika Birleşik Devletleri de önemli bir çikolata üreticisi haline geldi.

1828 yılında Hollandalı Van Houten kakao presini icat ederek kakao çekirdeğinden kakao yağını ayırarak daha hafif olmasını sağladı. İlk çikolata dükkanı Faransızlar tarafından Londra'da açıldı. Endüstri Devrimi ile çikolata makineler tarafından üretilebilir hale geldi. 1876'da Daniel Peter İsviçre'de ilk sütlü çikolatayı buldu. Peter’ın bu buluşu dünyanın en büyük çikolata üreticilerinden İsviçreli Nestle firması tarafından satın alındı.

Kakao çekirdekleri, Theobroma Cacao cinsi ağaçların meyvelerinin çekirdekleridir. Ağaçları tropik kuşakta yetişirler. Örneğin Afrika'da Gana ve Fildişi , Güney Amerika'da Brezilya, Venezüella, Asya' da Malezya. Ağaç üzerindeki meyveler kavuna benzer ve her biri 20-22 adet çekirdek içerir. Meyveler kesilerek içinden alınan çekirdekler fermantasyona tabi tutularak aroma ve renkleri geliştirilir.3-5 gün süren fermantasyonu takiben çekirdekler kurutulur % 7-8 maksimum nem içerecek şekilde çuvallanıp dünyanın her yerine gönderilmektedir.

Çikolata üretimi kakao çekirdeğinden başlar. Çekirdek ilkin temizlenip(çöp,taş vb.) fiziki kirlilikten kurtarılır. Daha sonra kavrularak aromaları geliştirilir.

Daha sonra kabuklarından ayrılıp öğütülerek kakao kitlesi elde edilir. Kakao kitlesi preslenerek kakao yağı üretilir. Çikolata üretimi için kakao kitlesi, şeker, kakao yağı ve gerekli ise süt tozu mix edilip beşli silindirlerde inceltilip (20 -25 mikrometre) konç denilen makinelere verilir. Bu makinelerde son aroma geliştirme ve emülsifier ilavesi yapılır.

Çikolatalar bir sınıf olup; sütlü, bitter, beyaz olmak üzere üç tipte, sade, çeşnili, dolgulu olmak üzere de üç çeşide ayrılır. Çikolatalar kakao yağı dışında herhangi bir yağ içermezler, ancak sütlü tiplerinde sütten kaynaklanan süt yağı bulunabilir.

ÇİKOLATA VE SAĞLIK

Çikolata ve sağlık" konusundaki mitlerin birçoğu bilimsel gerçeklerin karşısında birer birer ufalanıyor. Lezzetli olan zararlıdır görüşü çikolata ve kakao için geçerli değil. Çikolata hem leziz hem de zararsız.

Çikolata ve Akne

Geçtiğimiz yirmi yılda yapılan araştırmalar ortaya koymuştur ki çikolata ne akneye yol açar ne de mevcut akneyi azdırır. Çikolata görünümlü ama içinde çikolata olmayan ve normalden on kat fazla çikolata içeren besin verilen deneklerde yapılan ölçümlerde, akne oluşumunda her iki grup arasında birbirinden hiç de farklı sonuçlar elde edilmemiştir.

Çikolata ve Kafein

Normal miktarlarda çikolata yiyen insanlarda yapılan kafein ölçümleri bu insanlardaki kafein oranının kafeinsiz kahve içen kişilerdeki kadar olduğunu ortaya koymuştur.

Çikolata ve Diş Hastalıkları

İçinde mayalanabilir karbonhidratlar bulunan besinlerin diş çürümelerine neden olduğu bilinen bir gerçektir. Çikolatada da mayalanabilir karbonhidratlar mevcuttur ama yapılan araştırmalar çikolatanın çürüyen dişlerden sanıldığı kadar sorumlu tutulamayacağını ortaya koymuştur. Üniversitelerde yapılan araştırmalar, kakao ve çikolatanın, diş çürümesine neden olan asitlerin salgılanmasını, bir dereceye kadar engelleyebildiğini kanıtlamıştır. Ayrıca içerdiği doğal yağ bileşeni nedeni ile sütlü çikolatanın ağzı temizleyebildiği de saptanmıştır.

Çikolatanın İçindekiler

Günlük ihtiyaçlarımızın önemli bir bölümünü çikolatadan temin edebilirsiniz. Sütlü bir kalıp çikolata, size 3 gram protein, günlük riboflavin ihtiyacınızın %15'ini, kalsiyum ihtiyacınızın %9'unu ve demirin %7'sini sağlayabilir.

Çikolatanın, kandaki serotonin düzeyini arttırdığı ve iyi bir antidepresan olduğu da son on yılın önemli bilgileri arasında. Kendinizi pek de iyi hissetmediğiniz bir günün sabahında ekmek, açma ya da simit dilimleri üzerine terleştirilmiş çukulata parçalarını birkaç dakika fırınlayıp mideye indirmek için bulunmaz bir mazeret bu bilgi…

Çikolata ve Kilo Problemi

Sanıldığının aksine kilolu insanlar fazla yemekten -özellikle de tatlı yemekten- değil hareketsizlikten dolayı kilo alırlar. Bir kalıp çikolatadaki kalori (Kcal) miktarı aslında sadece 210'dur. Bu da, çikolatanın düşük kalorili diyetlerle çelişmeyen bir besin olduğunu ortaya koyar.

Çikolata, Kakao ve Kolestrol Araştırmaları

Kakao yağının kandaki "mevcut" kolestrol düzeyinin yükselmesine neden olmadığı ispatlamıştır. Bunun da nedeni içerdiği yüksek stearik asit (içyağı asidi) içeriğidir. Kolesterol'ün hayvan hücresinde bulunan bir madde olduğundan habersiz birçok insanın bizzat çukulatanın kolesterol ihtiva ettiğini düşünmesi ise bu konudaki en yaygın yanlış bilgilerden biridir.


.


BEN çeşit-tip ayırmayan bir ÇİKOLATA HASTASI olarak "İYİKİ VARSIN ÇİKOLATA" diyorum.

7 Nisan 2009 Salı

Şarap Tarihi



Şarap "vin, vino, wien..." ismi nereden geliyor? Tarih öncesi şarap, Soma denilen içki ile milattan birkaç binyıl öncesine gider. O zamanda Hindistan'da Veda ayinlerinde kullanılan, mayalı bir içkiydi ama bu "ölümsüzlük içkisi" asmanın şarabı değil Aslepias Acida bitkisinin suyuydu. Bu Soma içkisine "Vena" deniyordu. Çoğu Avrupa dillerinde "vin" (şarap) olarak geçen kelime Sanskritçe -sevgili- anlamına gelen Vena'dan türemiştir; Ruşçada "vino", Yunancası önce "woinos" sonra "oinos", Latincesi "vinum", İtalyanca ve İspanyolca "vino", Almancası "wien", İngilizcesi "wine", Fransızcası "vin" dir.

2

Şarabın tarihi ile ilgili olarak elimdeki kaynaklardan Uluslararası Şarap ve Bağcılık Kurulu Başkanı Robert Tinlot'un Önsöz'ü ile başlayan Jean-François Gautier' e ait "Şarabın Tarihi" , Andre Domine'nin " Şarap" ı ve Raci Bostancı'nın "Şarap Hakkında Herşey" ve Prof Dr. Ahmet Akteş - Araş Gör. Bahattin Özdemir'in "İçki Teknolojileri" kitapları arasında bazı farklılıklar var. Ben ortak noktaları almaya çalışarak yazacaklarımı mümkün olduğunca kısa tutacağım. ( Siz farklı şeyler okursanız bilin ki elimdekilerin ortak söylemlerini kullanmaktayım.)

3

Üzüm önce Kafkas Dağlarında karşımıza çıkar (vitis caucasica), ardından Mezopotamya'da üzüm yetiştiriciliği görürüz. Buradan, MÖ 3000'lerde cenaze törenlerinde kullanılmak üzere Mısır'a sıçrar. Üzüm yetiştiriçiliğinin Avrupa'da yayılmasında başrolü oynayan Yunanlılar, Sicilya ve tüm İtalya boyunca bilgilerini Romalılara aktarırlar, Galyalılarda üzümcülüğü Romalılardan öğrenirler.

4

Üzüm ve şarabın mitolojilerin kopmaz bir parçası olduğu biliyoruz.

Mısır mitolojisinde güneş tanrısı, evrenin yaratıcısı Ra, şarap ve sarhoşluğu yeryüzüne getirir. Ra insanlığı ( Yunanlıların Afrodit'i ) tanrıça Hathor'un gazabından koruyabilmek için, içine hoşluk ve sarhoşluk veren kan renkli bir içki yaratır. Mısırlılar şarabı Osiris'e ( Yunanlıların Dionysos'u ) adarlar ve bu ilahi stratejinin anısına, tüm bayramlarında, öküz başlı tanrıçanın koruyuculuğu altında şarabı baş köşeye koyarlar.

Yunan mitolojisinde de, iki anlatı vardır. Birincisi şarap ve sarhoşluk tanrısı Dionysos, karısını kendisine gönderdiği için kral Aenea'yı asma vererek mükafatlandırır. İkinci anlatıya göre göre kral Aenea'nın Stafilos ( yunancada üzüm salkımı demek) adlı çobanı bir keçisinin üzüm yedikten sonra çok neşelendiğini görüyor. Bunu gören Stafilos bu meyveyi sıkıp suyunu içmenin hoş olacağını düşünür.

Roma mitolojisine göre şarap, ekin ve asma tanrısı Satürn'ün bir armağanıdır. Romalılar bu tanrıyı bir elinde orak, bir elinde bağ bıçağı ile gösterirler.

Galya mitolojisinde de, Kelt icadı çam ağacından yuvarlak fıçı ve efsanevi içki bir şekilde tanrı Sucellus'ın koruması altındadır.

5

Üzüm ve şarabın toplumsal yaşamdaki yerini en ayrıntılı biçimde, daha çok bira tüketicisi olmalarına karşın Mısırlılarda buluyoruz.

İÖ 2500'lere uzanan mastaba duvar yazılarında Mısırlıların üzümü nasıl yetiştirdiklerini, ezim evine nasıl taşıdıklarını, şarap içmemnin bin bir türünü okuyoruz. Yüzyıllardır değişmeyen üzümü sıkma methodlarını bulanlarda Mısırlılardır.

Milattan yaklaşık yirmi asır önce Tutankamon zamanında şarap fıçılanması biliniyordu; her fıçının üzerinde içindeki şarabın yetiştirildiği bölge, yapım yılı, kimin tarafından yapıldığı, sahibinin kim olduğu, kimin mahseninde saklandığı, yani şaraba ait bütün bilgiler yer alır, bir bakıma şarap markalanırdı. Firavun ve yüksek sınıf bu etiketlemeyle Mısır'da hangi şarap iyidir, hangisi tercih edilmelidir anlarlardı. Örneğin Nil deltasından gelen şaraplar elbette yeğlenirdi ama Memphis şarapları da pek sevilen şaraplardı. Mısır'da şarap firavun ve yüksek sınıfa ait bir içkiydi, halk bira içerdi.

Nil Deltası'dan kalkan büyük kervanlar ve hızlı gemilerle bütün Akdeniz merkezlerine ilk şarap ticaretini de başlatan Mısır'lılardır.

6

Yunanlılar için şarap uygarlığı dil pelesengiydi, üzümü ve şarabı göklere çıkartırlardı.

Halk üzümle ilgili bütün bilgileri bir sanat haline getirmiş, Dionysos miti içinde yoğrulmuştu. Dionysos'un doğumu olağanüstüdür. İlk altı ay annesinin karnında, son üç ay babasının kasıklarında yatar. Bu biraz garip doğum Dionysos'un yarı tanrı sayılmasına neden olur.

Zeus'un yarı tanrı oğlu Dionysos diğer ölümsüzler ile birlikte Olympos dağında yaşamazdı. Bu nedenle Homeros metinlerinde Dionysos yer almaz. Ancak Dionysos'un yarı tanrı özelliği onun halk tarafından çok sevilmesi sonucunu doğurmuştu, halk onu kendilerine yakın hissederdi. Halkın onunla ilgili bayramlara katılması ve coşkusunun nedeni bu şekilde açıklanabilir.

Dionysos erişkin yaşa gelince çılgınca bir serserilik sonusu Anadolu'ya ve Orta Doğu'ya sürüklenir, bu topraklarda gizemli dinlerle haşır neşir olur. Kafkaslar'da bir süre yaşadıktan sonra Hindistan'da Ganj nehri kıyılarında bir yolculuğa çıkar ve buradan panterlerin çektiği bir arabaya binip üzüm kültürünü yaymak üzere Antik dünyaya gelir. Bu uzun yolculuk Yunan kıyılarına çıkışıyla noktalanır.

Dionysos elinde her daim yeşil kalan sarmaşıkla kaplı asası, başında asma yaprakları, çam kozalakları, sarmaşıklardan oluşan taci ile resmedilir. Önceleri bitki örtüsünün mevsimlere göre dönüşümünü, hasat toplama, ezme, sıkma olarak üzümün yaşamını simgeler. Tanrı daha sonra giderek üzümün ölümü ve şarabın doğumu haline gelir.

Antik Yunan'da akşam yemeği genellikle gün batımından sonra başlar ve iki bölümden oluşurdu; yemek denilen bölümde yemek yenirdi, ama ardından gelen symposion bölümünde tas tas şarap içilir, bütün sohbet ve gösteriler, çeşitli eğlenceler bu bölümde yer alırdı. Şaraba su katılırdı, su katılmadan içilen şarabın taşkınlıklara neden olacağı sanılırdı. O dönemde şarap tahta fıçılarda, keçi derisinden yapılmış tulumlarda ya da toprak anforalarda saklanırdı. Hava almasını engellemek için ağzı yağlı bezle kaplanırdı.

MÖ 4. yy'da yaşayan filozof bilim adamı Theophrastus üzüm çeşitleri, iklim ve toprak kalitesi arasındaki ilişkiye dikkat çekmişti. Antik Yunan şarabın kokusunu ve tadını geliştirmek için çeşitli baharatlar, bal, çam sakızı ve başka tat- koku sağlayıcı maddeler kullanmıştı. Bu zamanın Bordeaux'u olan Chios şarabı Mısır'dan, Rusya'ya çok geniş bir alana ihraç ediliyordu.

7

Şarap Antik Yunan'dan ticaret yolu ile Sicilya ve Güney İtalya'ya ulaşmıştır. Mitsel niteliği ve mistik bir içki oluşu nedeniyle otuz yaş altı gençlerin ve kadınların şarap içmeleri Roma'da ilk zamanlarda yasaktı. O kadar ki şarap mahsenlerinin anahtarına dokunanlar bile cezalandırılırdı. Kadınlara konulan
bu yasak hıristiyanlık inancına geçildiğinde daha katılaraşak devam etti.

Roma'da şarap yemekte içilmezdi; şarap içmek bir törendi ve yemek sonrası comissatio denen zaman dilimide ya da gece boyunca içilirdi. Töreni yöneten "hoca,eğitmen" içilecek şarap miktarını ve bunun konukalar arasında nasıl pay edileceğini belirlerdi. Şarap amforalardan iki kulplu testilere aktarılır, testilerden kupalara dökülürdü. Kupa yerine keyif ehli Neron'un icadı olan cam bardak da kullanılırdı. Cam bardak önceden kaynamış suda çalkalandıktan sonra kullanılırdı. Buna karşın şarabın üstüne sıcak su eklemek daha hidjenik bulunurdu.

Sadece zengin Romalılar evlerinde şarap depolayabilirdi. Halkın kalanı şarap tacirlerine başvurmak ya da şarap tavernalarına ( vinariae) gitmek zorundaydı. Seçkin yurtaşlar asla vinariae'lere ayak basmazdı. Aynı uygulamaya Antik Yunan'da da görürüz.

Romalılar MÖ 600'de üzüm yetiştiriciliği ile yakından ilgilenmeye başlamışlardır. İtalyan şarabı kısa sürede Yunanistan dahil tüm Roma İmparatorluğu kaplar. Aynı dönemde Anadolu'da eski bir Yunan kolonisi olan Foça'dan göçenler Kelt ülkesi Galya'da ilk üzümü yetiştirirler. Üzüm yetiştirilen bölgelerde üzüm çekirdeği de besleyici tohumlar arasında sayılıyordu. Dönemin şarap ticareti merkezi Pompei'di.

Roma istilasındaki Galya ülkesinde önceleri daha çok bira tüketilirken zaman içinde şarap tüketimi artmş buna bağlı olarak büyük testi, masa testisi, taorak sürahi, toprak kupa, madeni kupa, kepçe, kevgir gibi alet edevatlar gelişmiştir.

MÖ. 125 öncesinde Romalılar Rodos-Provence koridorunu alırlar ve İspanya'ya özellikle Narbonne ticaret merkezi üzerinden ticarete başlarlar. Narbonne zaman içinde önemli bir şarap üretim noktası olur. O derece büyür ki italyan şarapları için hızla büyük tehdit oluşturur ve İtalyan şaraplarının ihracatının çökmesine neden olur.

Üzüm bağları giderek buğday tarlalarının yerini alması ekmek sıkıntısını başlatır. MS 90'lı yıllarda Roma İmparatorluğu çok zorlanır. İmparator Domitianus 92 yılında üzüm bağlarının sökülmesini emreder. Bu emir ancak 250'li yıllarda İmparator Marcus Probus tarafından kaldırılır. Probus en kısa sürede yokolmuş bağcılığı geliştirmek yanında Almanya ve Avusturya'da da bağcılık ve şarap üretimini başlatır. Bu dönemde Terier ve Bordeaux önemli ihracat merkezleri haline gelmiş, kendi lojistik ve finansal terminolojilerini kullanmaya başlamışlardır. Aynı dönemde Marsilya, Endülüs ve diğer İspanyol şarapları Roma'da revaşta değildir.



Arapların 700'lü yıllardan 1400'ün sonlarına kadar İspanyol toprakları üstündeki hakimiyeti şarap üretimini kısıtlamıştır.

Roma İmparatoru Konstantinus 313 yılında Milano fermanı ile Hıristiyanlığın özgürce uygulanabileceğini duyurur. Ökaristi ( Katolik ibadetinde İsa'nın eti ve kanını temsil ettiğine inanılan şarap ve ekmek dağıtımı ) temelinde biçimlenen Hıristiyan uygarlığı giderek şarap uygarlığı ile iç içe geçer. Batı Roma imparatorluğu'nun son dönemlerinde Wachau, Mosel vadisi, Rheingau, Pfalz, Burgundy, Bordeaux, Rhone vadisi ve Rioja önemli şarap merkezleridir.

Batı Roma imparatorluğu'nun 476'da çökmüştür. Kıyı şehirleri Cenova ve Venedik 13-14 yy da şarap ticaretinin merkezidir. Bu dönemde Floransa bölgesindeki ve bugün bilinen Antinoris ve Frescobaldis gibi bazı şarap üreticisi aileler isim yapmaya başlamışlardır.

8

Yeni Dünya'nın keşfi ...

İspanya uygruğuna geçen Kristof Kolomb'un Amerika kıtasını 12 Ekim 1492'de keşfinin ardından yurtaşı Cortez 1518 yılında Meksika'yı fethiyle İspanyol misyonerler Hıristiyanlığı yaymak için ülkeye gelirler ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için şarap üretmeye başlarlar.

1767'de Meksika'dan sürülen ispanyol misyonerler Aşağı Kaliforniya'ya göçerler. Papaz Junipero Sera 1769'da "Üzüm Misyonu" nu kurar. Kalifornia şarap endüstrisi 19. yy sonlarına kadar bu misyonun İspanyol asıllı asma çubuklarını kullanacaktır. Kaliforniya'da ispanyol asıllı asmaların kullanımı phylloxera hastalığının gelişine kadar sürer. Hastalık Kaliforniya ve Avrupa bağcılığını çökertmiştir. Hastalık 1868'de ancak teşhis edilebilmiştir. Bağlar Fransa'da kullanılan ilaçla, karbon sülfüt çözeltisi ile kurtarılır ve ardından yerli asmalara yaprak bitine dayanıklı aşı uygulanır.

Amerika'da ilk içki yasağı derneği 1789'da kurulur. Bu tip derneklerin sayıları yarım asırda 8000'i aşar ve o derece güçnenirler ki, bu derneklerden birinin kurucusu dünyanın en zengin adamı John D. Rockefeller'ın Amerikan Kongresine yaptığı baskılar sonucu 18 Aralık 1917'de sarhoşluk verici içkilerin üretimi, şatışı, nakliyesi, ihracatı ve ithalatı yasaklanır. Üç eyalaet dışında 43 eyalat yasayı kabul eder. Ayin için gerekli şarabı üreten manastırlar dışında Amerika'da şarap üretimi yasaklanır. Ama bu yasak Amerika'da başka bir dönemin açılmasına neden olacaktır. Akın halinde gansterler; bottleleggers, yani içki kaçakçıları, sperakeasies yani yeraltı barları ve Rum Rov yani ünlü Sokak Romu dönemi başlar.

Kamuoyunun karşı çıkışıyla 5 Aralık 1933 günü anayasa değişikliği onaylanır ve içki yasağı kalkar. Sonuç ne olursa olsun bu dönem Amerikan şarapçılığı üzerinde nicel ve nitel ağır sonuçlar doğurmuştur. Bu dramatik deney şarapçılık mesleğini kendini toparlamaya iter. Napa vadisi'ni kapsayan Kaliforniya üzümcüleri Fransa deneyiminden esinlenerek markalama usulunün benimserler ve 1936 yılında Amerikan şaraplarını kalite normları haline getirirler. O günden beri Amerikan şarapçılığı yükselme eğilimine girmiş ve Avrupa ürünlerini zorlayabildiği zirvelere ulaşmıştır.

9

Türklerin Şarap Tarihi

Elimdeki yabancı kaynaklarda maalesef Türklerin şarabın öncüsü olduğuna dair hiçbir bilgiye rastlanmamakta. Kafkaslardan veya İran'da Perslerden Mezopotamya'ya indiği ki, bu da Sümerliler oluyor, Sümerlerden ise Mısırlılara geçtiği genel anlatımlar. Ancak Rıza Bostancı'nın "Şarap Hakkında Herşey" kitabında şu anlatım yer almakta :

.............Tarihin babası Heradot'a göre ise Babil' e inen Türkler, kurak ve çorak arazide bir süre tutunduktan sonra burada zeytinlikler, incirlikler be bağlar meydana getirmişlerdir. Türkler arasında şarabın yapılış tarihi bazı tarihçilerin söyledikleri gibi MÖ 3000 değil çok daha eskidir. Bazı Çin kaynaklarında Türkler şarabı Göktanrı'nın takdis ettiği mukaddes bir madde olarak tanımlarlardı. Mısır'da bulunan ve MÖ 3500 senelerine ait olan birçok kabartmada eski Mısırlıların bağcılıkla uğraştıkları ve mısır'a asma ziraati Orta Asya'dan gelmiş olan Türklerin getirdikleri anlaşılmaktadır. ........

Evet görüldüğü gibi Mısırlılara ve dolayısı ile dünyanın geri kalanına şarabı ya biz, ya da Sümerliler öğretti......yorumu veya hangisine inanacanız size kalmış. Belki Avrupa Türklere doğruları yazmayarak yine bir komplo kurmuştur.!?.:-) Ben Heradot okumadım, ama daha kendi tarihini iyi inceleyemeyen bizlerin, ne ara Mısır'daki Türkleri işaret eden kabartmaları veya Çin'dek
i kaynakları Çince öğrenip incelediğini de anlayamadım. ( Türkiye'deki hiçbir şarapçının da böyle bir bilinçli araştırma yaptığını zannetmiyorum. Bu para, zaman ve uzmanlık demek.) .........

10

Avrupalı yazarlar Kafkasya'dan Mezapotamya'ya inen şarap bilgisinin MÖ 3000-2500 arasında Mısır'a geçtiğini söylüyorlar. Kafkasya'dan Anadolu'ya inen Hitilerin tespit edilen varoluş tarihleri ise MÖ 2000. Dolayısı ile Kafkaslardan Mezopotamya'ya şarap kültürünü geçirenler Hititler olamaz. Ama yine bir Türk kaynak diyor ki ( İçki Teknolojileri - Prof Dr. Ahmet Akteş - Araş Gör. Bahattin Özdemir ) : ........Şarap Hititlerde para eden değerli bir mal olmuş ve herkes tarafından beğenilerek içilmiştir. Herkes tarafından içilmek istenmesi şarabın hitit sınrlarını aşarak dünyaya yayılmasını sağlamıştır . Hitit şaraplarının ticareti ile uğraşan Finikeliler tarafından adalara ve Yunanistan'a taşınmıştır. Asurlu tacirler ise şarabı Mezopotamya'ya götürmüşler ve kendileri de bağcılık ve şarapçılığı geliştirmişlerdir. ........

MÖ 2000 - 600 yılları arasında varlıklarını sürdüren Hititleri Asurlular yıkmıştır. Kısacası MÖ 3000'lerde Mısırların içtiği şarabı, MÖ 2000'lerde varolan Hitit ve Asurlular'ın Mısır'lılara nasıl öğretmiş ve dünyaya yaymış olduklarını ben anlayamıyorum.

Efendim böylece yukarıda yazılı olan bilgiler " Türklerin Şarap Tarihi Bilinmezi" olarak kayıtlarımıza geçmiş oldu. :-)

6 Nisan 2009 Pazartesi

Dehayı Ödünç Almak



Geçmişten günümüze deha olarak adlandırılan insanların hayatlarını farklı vesileler ile okur, izler, dinler öğreniriz. Onları "deha" kategorisine sokan şeyin yüksek IQ'leri mı, şans mı, çalışkanlık mı, doğuştan gelen bir gen mi farklılığımı olduğunu kendi kendimize sorarız ve hayıflanırız, neden onlarda olan şey ben de yok diye. Oysa ki, belki her birimizde de vardır o farklılık, sadece kendimizi yeterince keşfedememişizdir, tanıyamamışızdır.

Dr. Win Wenger "Dehayı Ödünç Almak" adlı kitabında ilkel topluluklarda şaman kabilelerinin ava hazırlarken avlanacak hayvanın yaptıklarına işaret eder. Dansın en hareketli noktasında, kabile reisi bir geyik ya da ayının içi boşaltılmış kafasını takarak avın ruhuna "dönüşür". Wenger bu örnekten hareketle kitabında bir alıştırmaya yer verir. Bu alıştırmada, okuyucudan bilincini ve ruhunu taşımak istediği dahinin "kafasını takarak" kendisine hayal gücünü benzer bir biçimde çalıştırmasını ister.

Niteliklerini edinmeyi en çok arzu ettiğiniz, hayatını okuduğunuz, bildiğiniz dahilerden birini seçin: mesala Mimar Sinan'ı. Mimar Sinan'in yaptığı bir caminin tam önünde oturduğunuzu gözünüzde canlandırarak, hayal gücünüzü harekete geçirmeye başlayın. Gözlerinizi kapatın ve mümkün olduğunca zengin bir anlatımla, bir dinleyiciye veya bir kayıt cihazına camii ve etrafını tarif edin. Cami ve çevresinin varlığını iyice hissetmek için yavaş yavaş 360 derecelik bir dönüş yaparak gördüğünüz herşeyi anlatın. Etrafınızdaki eşsiz güzelliklere, mimari dehasına yoğunlaşın. Ardından bahçeyi ince duyusal ayrıntılarla ve şimdiki zamanda anlatın. Etraftaki seslerden, kokulardan, parmaklarınızla mermerlere dokunduğunuzda yaşadığını hislerden bahsedin. Üç-beş dakika kadar anlatımınızı kesmeyin. Kendinizi hayal gücünüzün akışına bırakın, eğer camii ve çvresinin görüntüsü başka birşeye dönüşecek olursa keyfinizi bozmayın, devam edin. Aklınız bilinçdışı başka ortamlara yöneliyorsa onu özgür bırakın.

Sonrasında Mimar Sinan'nın yanınıza geldiğini hayal edin.

Onu, tüm duyularınızı kullanarak zengin bir dille tarif etmeye çalışın.

Siz onu anlatırken, büyük mimarın sıcak ve içten varlığını size hissettirdiğini düşünün. Onun bu içten yaklaşım bırakın sizi mutlu etsin.

Artık Mimar Sinan ile nörolojik temas sağladığınıza göre, bir de içeriden bakma vakdi gelmiş demektir. Dahinizi içeriden keşfetmenin nasıl bir duygu olduğunu anlamak üzeresiniz.

Mimar Sinan'ın bedeninin hayalini, sırtı size dönük biçimde kolunuzu uzatsanız dokunabileceğiniz bir uzaklığa getirin. Şimdi yavaşça sokulun ve onun varliğina karışın. Bunu yapmanın iki yolu vardır. Ya içeriden "yüzersiniz", ya da başı kulaklarından tutup kaldırdıktan sonra bir kask gibi kendi kafanıza takar ve sonra da bedenin geri kalan bölümünü lastik giysi gibi üstünüze geçirirsiniz.

Kendinizi Mimar Sinan'ın bedenine iyice yerleştirin. Gözlerinizi göslerine denk getirin ki onun gibi etrafa bakabilesiniz. Kulaklarınızı denk getirin ki, onun gibi duyabilesiniz. Ve aynı işlemini bedenini bütün bölümleri için uygulayın.

Şimdi, tüm zamanların en usta mimarlarından birinin gözleriyle camiiye bakın. Bazı şeylerin artık size farklı göründüğünü fark edeceksiniz. Mimar Sinan'ın perspektifinden bakarak bu farklılıkları anlatın.

En az üç, en çok beş dakika anlatmaya devam edin.

Sonra, Mimar Sinan kimliğinizi koruyarak, defterinizin başına geçin. Sinan'ın aklını kullanarak gördüğünüz, işittiğiniz, tattığınız, dokunduğunuz, kokladığınız herşeyi duyusal ayrıntıları ile tarif edin. Mimar Sinan'ın ne gibi el, kol hareketleri var? Hali, tavrı nasıl? Güçlerinin zirvesinde iken Mimar Sinan tasarımlarını nasıl yapıyor? Bedeninin her bölümü bu süreçte size neler hissettiriyor? Bedensel duyulara özellikle dikkat edin ve bu çalışmaya en az beş dakika devam edin.

Şimdi Mimar Sinan'nın o muhteşem kubbelerinin tasarımlarını yaptığı anı yaşayın. O anı ve o anın parçası olan algı ve anlayışları yazın. "Şimdi tasarladım" anının tarifini şimdiki zamanda yazıya dökün. Bu aşamaya en çok beş dakika devam edin.

Deha keşfi alıştırmanızı bitirmeye hazır olduğunuzda kocaman bir boy aynasının karşısına geçtiğinizi hayal edin. Karşınızda dikilen Mimar Sinan yansımasının aynadan size baktığını düşünün. Şimdi aynayı buharlaştırın. Ayna yok oldu gitti ama Mimar Sinan hala size bakıyor. Siz ve Mimar Sinan artık bir değil, ayrı bedenlersiniz.

Mimar Sinan'a aklının ve bedenini sizinle paylaştığı için teşekkür edin ve onun da sizin teşekkürünüze karşılık verdiğini hayal edin. Siz ayrılmadan önce Mimar Sinan'ın size birkaç çift sözü var: Bu deneyim hakkındaki görüşlerini sizinle paylaşacak, onu can kulağıyla dinleyin. Onun neler dediğinizi defterinize yazın ve kayıt cihazına söyleyin.

Dahi keşif alışmasından sonra hiç vakit kaybetmeden kendinizi sorguya çekin. Yaşadığınız herşeyi, bilhassa dahinizin gözlerinden camii ve çevresine baktığınızda fark ettiğiniz değişimleri defterinize kaydedin.

Bu alıştırmayı diğer beğendiğiniz dahilerle de uygulayarak belli bir soruyu yanıtlamakta, belli bir sorunun içyüzünü kavramakta kullanabilirsiniz. Dr. Wenger, bu alıştırmanın müzikal ve diğer performans alanlarındaki ilerlemeyi çarpıcı bir şekilde hızlandırmak için kullanılabileceğini kanıtlamıştır. Bu alıştırmayı sadece dehalarla değil, çok daha spesifik pek çok konuya yanıt bulmak için devreye sokabilirsiniz.

Dr. Win Wenger'in "Dehayı Ödünç Almak" kitabındaki alıştırmalarının kullanım yolları hakkında daha fazla bilgi almak için www.winwenger.com adresindeki web sitesine gidebilirsiniz.

5 Nisan 2009 Pazar

Pragca İnfaz



Dünya tarihine baktığımızda öldürmek fiili için birçok yolun kullanıldığını görürüz; silahla vurmak, bıçaklamak, kafasını kesmek, asmak, yakmak, vs. Ama bir yol var ki, bu tümüyle Prag şehri ile adeta özdeşleşmiştir. Prag'da eğer canınıza kasdı olan birilerinin varlığından şüpheleniyorsanız özellikle sakın cam kenarlarında dolaşmayın !

Prag'da camdan aşağı atılarak infazın bir tarz olarak kullanılmaya başlanması 15. yüzyıla kadar iner. İlk vukuat 1419 Temmuz'unun bir pazar sabahı coşkulu vaiz Jan Zelivsky konuşmasını takip eden süreçte gerçekleşir. Reformist dinsel lider Jan Hus'un Katolik Kilisesi tarafından sapkınlıkla suçlanarak yakılmasının ardından onun düşüncelerine olan halkın ilgisi kat kat artar. Jan Hus'u takip edenlere "Hussite" denir ve Hussite Kiliseleri Jan Hus'un ölümü sonrasında Katolik papazlarca zapdedilir, sözde "saflaştırılır". Bu istilayı protesto edenler ise hapise atılır. Vaiz Jan Zelivsky çoşkulu sabah konuşmasından sonra hapise atılan protestocuların salınması talep etmek üzere şehir meclis binasına gider. Onun toplantı salonuna girmesiyle arkasından gelen Hussiteler ele geçirdikleri vali ve adamlarını camdan aşağı atarak öldürürler.

İkinci büyük olay ise 1483 Ekim'inde yaşanır. Hussitelerin kulağına Katoliklerin en önemli liderlerini öldürmeyi planladıkları haberi gelir. Bunun üzerine Hussiteler "yeni" yapılan şehir meclis binasına girerek "yeni" vali ve adamlarını tekrar camdan aşağı atarak öldürürler.

Ancak camdan aşağı atarak infaz olaylarının en önemlisi ise 23 Mayıs 1618'de Kral Ferdinand'ın Katolik kilisesinin ayrımcılığını reddetmesi ile radikal protestan vaiz Vaclav Budova ve Kont Matthias Thurn saraya gelerek kralın en yakın iki adamı ve bir sekreteri camdan aşağı atmasıyla gerçekleşir. Ama bu sefer camdan atılanlar şanslıdır, yere yumuşak iniş yapıp ölmezler. Bunların dışında Fransiskan papazlarının, Otuz Yıl Savaşları boyunca pek çok insanın da camdan atılarak infaz edildiği bilinmektedir. ( 1618-48)

Camdan aşağı atarak infaz olaylarının en sonuncularından biri de 1948 yılının Şubat ayında komünistlerin yönetimi ele geçirmesinden sonra mevcut hükümetin dışişleri bakanı Jan Masaryk'nın Cerninsky Sarayı'nın camından aşağı atılması ile gerçekleşir.

4 Nisan 2009 Cumartesi

Dünya Tarihinin En Kanlı İsyanı



Ondokuzuncu yüzyılda meydana gelen en büyük savaşlar devletler arasında değil, devletler içinde gerçekleşti. Bunlardan birisi Amerikan İç Savaşıdır. 600 bin civarında insanın öldüğü bu savaşı hemen hemen bütün dünya üzerine çevrilen film, belgesel veya dizilerden bilir. Öte yandan Çin dışında pek bilinmeyen 1850-1864 yılları arası süren Taiping İsyanında 20-30 milyon civarı insanın öldüğü tahmin edilmektedir.

Taiping isyanının nedeni ne açlık, ne yoksulluktu. İsyanın mimarı Hung Hsui-Chuan kendisine yüksek hedefler koymuş ama 1828-43 yılları arasında girdiği dört devlet memuriyeti imtihanında da başarısız olmuş sıradan bir Çinliydi. Bürokrat olamayınca bir köyde öğretmenlik yapmak zorunda kaldı. Gittiği köyde Amerikalı Baptist bir misyoner ile tanıştı ve onun anlattıklarından etkilendi. Hıristiyanlık hakkında öğrendiklerini Konfüçyüs, Budizm, Çin kültürü ve vatanseverliği ile harmanladı. Kensini İsa'nın genç kardeşi olarak ilan etti. Bu amatör teolog ve asker şehirlerden ziyade kırsal kesimi kontrol edebilirse, toprağı eşit biçimde paylaştırabileceğini ve yeni yerleşim merkezleri kurabileceğini düşündü. Dolaştığı yerlerde halkı "Dünyadaki Barış Dolu Cennet Krallığı"na yönlendirmeye başladı. Çince'de "barış" taiping demektir ve Hung'un isyanına bu isimle anılmıştır.

Hung'un hareketi hızla güney ve orta Çin'in özellikle kırsal kesiminde yayıldı. Kasaba kasaba, şehir şehir dolaşan Hung'un askerlerinin sayısı kısa sürede bir milyonu geçti. İsyankarlar o dönemde başta olan Qing Hanedanına karşı ufak tefek zaferler bile kazandı. Bu süreçte Qing Hanedanı askerlerine İngiliz ve Fransızlar da destek verdi. 1 Haziran 1864'de savaş ile geçen on dört yılın sonunda, Hung büyük bir yenilgiye uğradı ve aynı gün intihar etti. Ancak Taiping hareketi Hung'un ölümünden sonra Çinli entellektüel ve muhaliflerden destek görmeye başladı. Hung'un ortaya koyduğu örnekten çok etkilenen milliyetçi Dr. Sun Yatsen yaklaşık yarım yüzyıl sonra Çin İmparatorunu tahttan indirmeyi başardı. Milliyetçi cumhuriyeti fesheden komünistler bile Hung'un başlattığı akımdan etkilenmiştir.

2 Nisan 2009 Perşembe

29 Mart 2009 Yerel Seçiminin Ardından


Her ne hikmetse ben siyaset içerikli yazılarımı bilinçli veya bilinçsiz hep biraz geciktiriyorum. Geç olsun, güç olmasın diyerek başlayayım yazıma.

Bu seçimlerin benim açımdan en büyük zaferi, bugüne kadar 'bazı' nedenlerden dolayı hiç oy vermemiş olan İlhan'nın vatandaşlık görevini yerine getirmesini sağlayabilmemdi herhalde. Yaprak'ı da alarak gittiğimiz Şehit Kubilay İlkokulu'nda zarflarımızı seçim sandıklarına atarken "haydi Kılıçdaroğlu, aklımız, gönlümüz seninle" diyorduk içimizden. Peki sonuç ne oldu? Elbet sonuç tam istediğimiz gibi gerçekleşmedi. Ancak muhalefet partileri AKP'nin adaylarına karşı nitelikli, sakin alternatifler çıkartabilirlerse bundan sonraki seçimleri kazanabileceklerini gördüler. Sonuç, bütün muhalefet partilerine motivasyon ve inanç kaynağı, AKP'nin iktidarını istemeyen yılmış halk için de ufuktaki umut dolu parlak ışık oldu.

Yazımın devamını "ben AKP ve CHP parti yönetimleri yerinde olsam bu seçim sonuçlarından ne çıkartırdım? sorusuna cevap arayarak getireceğim.

"Ben AKP yönetimi olsam bu seçim sonuçlarından;
1. Artık engellenemez yıpranma sürecine girmiş olduğum,
2. Adaylarımı yeterince iyi tespit edemediğim,
3. Vatandaşı azarlayan, tehdit eden tarzdaki konuşmalarımın fena teptiği,
4. Vatandaşlarımdan uzaklaştığımı ve tüm Türkiye'nin AKP etrafında döndüğünü zannederek büyük hata yaptığım,
5. Bu kafa ile gidersem bir sonraki seçimlerde fena çuvallayacağım,
6. Ekonomik kriz için alacağım tedbir paketinde ve IMF ile olacak antlaşmada çok dikkatli olmam gerektiği,
7. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da daha yaratıcı ve inandırıcı bir kimlik politikası hayata geçirmem gerektiği,
8. Geçmiş seçimleri bana kazandıranın icraat değil, "mağdur, haksızlığa uğrayan AKP" imajı olduğu,
9. Büyük şehirlerdeki anti AKP dalgasının bütün Anadolu'yu da çok rahat kavrayabileceği,
10. Parti içine nitelikli insangücü bulmakta bundan sonra çok daha fazla zorlanacağım,
11. Bu seçimlerde kadın ve gençlik kollarının iyi çalışmadığı,
12. Kömür dağıtmak, buzdolabı vermek, eve tuvalet yaptırmak gibi "sosyal yardımların" dipsiz bir kutu olduğunu, yolsullaştırdığım ve dolaylı olarak tembelleştirdiğim halkın bir sonraki seçimlerde verdiğim sadakalara da burun kıvıracağı mesajlarını çıkartırdım.

"Ben CHP yönetimi olsam bu seçim sonuçlarından;
1. Genel Başkanı değiştirme konusunda artık halkın taleplerini dinlemem gerektiğini yoksa şu an sağladığım kısmi desteği kaybedebileceğim,
2. Özellikle İstanbul ve batı illerinde sağlanan yükselişin devamını getirebilmek için derhal bütün Anadolu'daki kadın ve gençlik kollarını örgütlemem, partiye daha çok kadın ve gencin üye olmasını sağlamam gerektiği,
3. Parti lider adaylığına genç, partiye dinamizm ve tarz katacak yeni isimler yaratmam gerektiği,
4. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki sıfırlanmış oylarımın neden bu hale geldiğini araştırıp, bölgelerdeki CHP örgütlenmesinin canlandırılabilmesi için ekipler kurarak bölgeye çalışmaya göndermem gerektiği,
5. Parti üyelerinin genel merkez, il, ilçe ofislerinden çıkarak halkın arasına karışması, söyleşmesi, dertleşmesi, partiye yeni üyeler kazandırılması gerektiği,
6. AKP'ye karşı laf ebeliği yapmayı, polemiğe girmeyi bırakmak zorunluluğu,
7. Oluşturduğum yeni, dinamik politikaların halka ulaşabilmesi için bütün kanalları (öncelikli olarak internet)kullanacağım,
7. AKP'nin yolsuzluk dosyalarının kesinlikle peşimi bırakmayacağım,
8. Sadaka kültürünü halkın beyinlerine kazımaya çalışan AKP'ye karşı anti propagandaya devam edeceğim ve takipçi olacağım,
9. Yoksul halkın ihtiyaçlarını giderecek parti içi istikrarlı sosyal destek programları yaratacağım (ör. kadınların dikiş, nakış, örgü gibi üretimlerinin satılarak gelirin ürün sahiplerine aktarılması)
10. 21. yüzyılda "sosyal demokrasi nedir, ne değildir?" sorusuna üreteceğim politika, çözümlerle cevap vermem, sosyal demokrasiyi halka anlatmakta zorunlu olduğum mesajını çıkartırdım.