16 Haziran 2009 Salı

Beat Kuşağı - Beat Generation

1965 - beat kuşağı şair ve yazarları son buluşması 1959_beat_generation
"is thier a fifth demention the beat generation" - Lawrence Ferlinghetti 1965 San Francisco buluşmasını 20. yüzyılın başındaki Parisli Bohem yazar ve şairlerin ruhunu taşıyacak şekilde yukarıdaki fotoğraf ile arşivlemek istemiştir. Beatler, ön sıra soldan sağa: Robert LaVigne, Shig Murao, Larry Fagin, Leland Meyezove (yerde yatan), Lew Welch, Peter Orlovsky. İkinci sıra: David Meltzer, Michael McClure, Allen Ginsberg, Daniel Langton, Steve (Ginsberg'in bir arkadaşı), Richard Brautigan, Gary Goodrow, Nemi Frost. Arka sıra : Stella Levy, Lawrence Ferlinghetti. Bu yatay bir fotoğraf olduğu için Beatlerin yarısı görüntülenememiştir.
.

"Beat Kuşağı" (Beat Generation) kavramı, 1950'lerde ABD'nin San Francisco kentinde oluşup daha sonra başta New York olmak üzere öteki kentlere yayılan bir bohem çevreyi ve edebiyat hareketini anlatır. Hareketin savunucuları için "beat" sözcüğü, hem bitkinlik ve tükenmişliği, hem de bundan kaynaklandığını düşündükleri bir ruhsal güzelliği ve arınmışlığı simgeler. Beat yazarları arasında hareketin simini koyan Jack Kerouac, City Lights adlı yayın ve kitapeviyle hareketin yayılmasında etkili olan şair Lawrence Ferlinghetti ve Allen Ginsberg, Gregory Corso(1930), Gary Synder(1930) gibi şairler vardır. Yazar William Burrougbs(1914) Beat çevresine yakınlığı ile tanınır.

Beat hareketi, II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumunun, insanları robotlaştıran, duygusuz ve duyarsız kılan yapısına, çıkar, maddiyat ve savaş üzerine yükselen değerlerine karşı bir başkaldırıdır. Her türlü "saygın" konum ve değerden uzaklaşmayı amaçlayan Beat çevresi, işsiz güçsüz olma, uyuşturucu kullanma ve eşcinsellik gibi Amerikan toplumunca kabul edilmeyen anlayış ve ilişkilere sahip çıkmıştır. Kurallara uygun yaşamanın tekdüzeliğine karşı düş dünyasını, yaratıcı bir yaşamın temeli olarak görüp savunmuş, Zen Budizm ve Doğu felsefesinde görüşlerini temellendirecek bir felsefi temel bulmuştur. Doğaçlamaya dayanması açısından caz müziği Beat Kuşağı için önemli bir etki kaynağı olmuştur.

Beat yazarları akademik olan her türlü değeri karşılarına alarak, edebiyatı "sokağın malı" haline getirmeye çalışmışlardır. Edebiyatı, yazarın duygu ve deneyimlerinin kendiliğinden bir dışavurumu olarak görmüştür. Tutarsız ve dağınık olsa da, düzeltmeden yazılan kuralsız bir edebiyat yaratmayı hedeflemiştir. Jack Kerouac "On The Road" ( Yolda)adlı romanı üç hafta gibi kısa bir zamanda, Allen Ginsberg ise "Ankor Wat" adlı uzun şiirini yanlızca bir gecede yazmıştır. Kişinin izlenimlerini ve düş dünyası edebiyatın tek hareket noktası olurken, günlük konuşma dili benimsenmiş, argo ve açık saçık kelimelerden kaçınılmamıştır.

Toplumsal konuları kayıtsız bir tutumla eleştirmelerine, çoğu kez de bölük pörçük ve tekrarlarla dolu bir edebiyat yaratmalarına karşın, Beat yazarları, Amerikan edebiyatında açık sözlü bir eleştirelliği başlatmışlar ve biçimi olmayan bir anlatımı benimsemişlerdir. 1960'larda etkisini yitiren Beat Kuşağı'nın en yetkin ürünleri Kerouac'ın "On The Road" romanıyla Ginsberg'in "Howl" (Çığlık) adlı uzun şiiridir.


Kaynak : Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi'nden derlenmiştir.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Arts And Crafts - Güzel Sanatlar ve Elsanatları

william morris - duvar kağıdıKurbağa - Walter Crane

Güzel Sanatlar ve Elsanatları hareketi, adını 1888'de İngiltere'de kurulan Arts and Crafts Exhibition Society ( Güzel Sanatlar ve Elsanatları Sergileme Derneği) adlı kuruluştan almıştır. İlk başkanı Walter Crane(1845-1915) olan derneğin çalışmalarına katılan tasarımcılar arasında Arthur H.Macmurdo (1851-1942), Charles F. Annesley Voysey (1857-1941), Charles Robert Ashbee (1863-1942), William Richard Lethaby (1857-1931), Edwin L. Lutyens (1869-1944), Georg Walton gibi mimar ve ressamlar vardır.

Hızlı sanayileşme 19.yy'da kitle üretimine yol açmış, başta William Morris ve Philip Webb olmak üzere kimi düşünür ve sanatçılar buna karşı çıkarak el emeğine dayanan sanat ürünlerinin desteklenmesi yolunda çalışmalara girişmişlerdir. Bu ilk girişimlerden aşağı yukarı otuz yıl sonra kurulan Arts and Crafts Derneği, makinaların varlığını yadsımamakla birlikte, elsanatlarını ve uygulamalı sanatları eski düzeyine çıkarmak, güzel sanatlar ile onlar arasında bir kaynaşma sağlamak amacıyla kurulmuştu. Amaçları arasında günlük yaşamda yer alan birçok aracın daha yetkin kişiler tarafından daha iyi biçimde tasarlanması, bu yöndeki çalışmaların kamuoyuna tanıtılmasıve bunların satışa sunulması bulunuyordu. Böylece bu hareket çağdaş endüstri tasarımına yönelmenin belirtilerinden biri olmaktaydı.

Hareketin önemi kendisini izleyen ve çağın gereklerine uygun biçimlenmelere yönelmeyi amaçlayan Yeni Sanat (Art Nouveau) akımının doğmasına öncülük etmiş olmasından gelmektedir. Henry Van De Velde ve Hermann Muthesius gibi tasarımcılar aracılığıyla bu düşünceler Almanca konuşulan ülkelere de girmiş, Werkbund adını taşıyan ve güzel sanatlarla uygulamalı sanatları birleştirmeyi amaçlayan sanatçı birliklerinin kurulmasına yol açmıştır. (Alman Werkbund'u 1907'de, Avusturya Werkbund'u 1913'de kurulmuştur.) Çalışmalarını kapsamlı sergilerle tanıtan Werkbund'lar çağdaş endüstri tasarımının olduğu kadar çağdaş mimarlık düşüncelerinin de kaynağı olmuş, üyelerinden biri olan Adolf Walter Gropius ilk endüstri tasarımı ve çağdaş mimarlık okulu olan Bauhaus'u kurmuştur. Almanya ve Avusturya'daki çalışmalar da daha sonra İngiltere'deki sanatçıları etkilemiş, 1915'de Alman Werkbund'u örnek alınarak oluşturulan Design and Industries Association (Tasarım ve Üretim Birliği) gibi yeni derneklerin kurulmasına yol açmıştır.

art & crafts sandalye arts-crafts

Kaynak : Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi'nden derlenmiştir.

9 Haziran 2009 Salı

El Greko (1541- 1614)


Rönesans resminin en sevdiğim sanatçısı El Greco.

Yunan asıllık Giritli El Greco'nun gerçek ismi Domenico Theotopcopuli. Tiziano'nun öğrencisi olmuş ve 1570'de Roma'da Michelangelo'nun yaşlılık eserlerini görmüş. Bu sıralarda yaptığı ve yukarıda görülen kendi portresi resim camiasında heyecan yaratmış. El Greco bir çok eleştirmen tarafından Titian ve Rembrandt'la eş değer bir portre ustası olarak kabul edilir. Roma'dan İspanya'ya geçişinin nedeni bilinmemekte. Acaba o günlerde İspanya'nın içinde bulunduğu taassup Hıristiyan akım, koyu dogmatizm ve engizisyonun neresi cazip gelmiş olabilir El Greco'ya?

Madrid'de Kral II. Philipp, onun Hırıstiyan evliyasının şahadeti resmini reddettiği için 1577'de ilk siparişini aldığı Toledo'ya yerleşmiş ve bu kentte büyük itibar görmüş.

El Greco'nun eserlerinde aynen Tintorentto'da görüldüğü gibi figürler uzarlar. Fakat Tintorentto'da çizime dayanan belirginlik Greco'da yoktur. Tintorento klasiğin desenci yönünü terketmiştir. Yüzlerde tenin optik izlenimi biçimlendirilmemiştir. Halbuki El Greco'da, form değil madde haline gelmiş yüzler, vücutlar boyanmıştır. Böylece baroğun önemli özelliklerinden biri olan maddesel yapıya, daha bir yaklaşım sağlanmıştır.

Rönesans, etüdü ve mistik bir dünya görüntüsü içinde olmamasına rağmen insan formuna, form güzelliğine önem vermiş, fakat ten anlatımına yani etin maddesel görüntüsüne girmemiştir. Dünyeviliğe en uzak olan ülke İspanya'da insan maddesinin anlatımına El Greco'daki gibi en çok yaklaşan resim sanatı peki nasıl ortaya çıkmıştır ? Bu önemli bir paradokstur.

Picasso'nun "Avignonlu Kadınlar" resminin esin kaynağı olan El Greco'nun "Beşinci Mührün Açılışı" adlı kompozisyonunda (yukarıda soldan birinci) adeta gökyüzüne yükselircesine uçan kadın ve erkek çıplak figürler görürüz. Bu insanların vücutlarıyla elleri ve kolları, sanki gotiğin alevleri etkisindeki dalgalı hatları yansıtıyor. Doğaüstü bu yaratıklar sanki yere basmıyor. Onlar için mekanın önemi yok gibi. Gerçekten Rönesans resimlerinde ne denli mimariye dayanan bir mekan görüyorsak, El Greco'da da o kadar mekan fikrinden uzak bir anlayış resimlere hakimdir. O çok dindar olduğundan daima bir ahiret özlemi yaşamıştır. El Greco hareketi resime sokmuş ve maniyerizmi (bakınız aşağıda Küçük Not ) en yüksek noktasına getirmiştir. İspanyollar ona "ruhları gören kişi" diyorlardı. Benim El Greco'ya hayranlığımın başlangıcı, bütün çocukluğum boyunca koridorumuzda asılı olan reprodüksiyonu "Laokoo"'yu ( üst sağdan birinci) buraya koymadan edemedim. Arka planda Toledo olarak resmedilen yer aslında Truva ve Truva atının betimlemesidir.

El Greco'nun "Toledo Manzarası", onun mistik, karanlık ruhunu manzarada yansıtan en önemli eserdir. Böylece manzara resminin insan ruhunu yansıtan bir eser çeşidi olabileceğini anlıyoruz. Toledo üzerine çökmüş kötü, karanlık bulut onun resminde su buharından öte birşeydir. Bu duygulu anlatım El Greco'nun ruhsal durumunun biçimlere nasıl büründüğünü göstermektedir. Bu yönden bakılırsa El Greco bir ekspresyonisttir ve bu nedenle çağımızda büyük önem kazanmıştır. Sanatçı bu resminde arkada Alkazar'ı, katedrali ve kalesi ile görünen Toledo şehri üzerine melankolik, felaket öncesi beliren sessiz atmosferi kendi ruh durumunu yansıtması için kullanmıştır. Bu sanki bir kabusun optik görüntüsü gibidir. ( aşağıda )

Ben El Greco'nun birçok eseri ile İspanya ve Toledo gezilerim sırasında karşılaşabildim. ( Madrid ve Toledo'ya ana gitme nedenlerim Prado Müzesi ve Toledo'daki geniş Valezquez, El Greco, Goya, Zurbaran ve Ribera koleksiyonlarını görmekti ) Gördüklerim hayallerimin ötesindeydı ve her resmine bakarken çok heyecanlandım, etkilendim. Bütün sanat, resim severlerin göremesi gereken, ikinci bir benzeri olmayan ruh, renk ve komposizyon dünyası.

Küçük Not: Maniyerizm deyimi ilk olarak Alman Sanat tarihçileri tarafından Rönesans ile Barok arasında gelen sanatçıların eserleri için kullanılmıştır. Daha doğrusu Geç Rönesans ile Barok üslup arasında bir geçiş üslubu olarak da kabul edilmektedir. Kelime manası olarak İtalyanca “üslup” anlamına gelmektedir. Osmanlıcada da “tasannuculuk” sözcüğüyle karşılanan terim “yapmacıklı üslup” anlamına gelmektedir. Maniyerizm saray çevrelerinde çok tutulan “incelik ve zerafet” sanatıdır; değişik zevklere, paradokslara düşkündür. Yapmacıklığa, bazen aşırılığa hatta acaipliğe kaçar. Ressamlar biçimleri uzatırlar; dördül şekillere, ışığa, garip konulara eğilim gösterirler. Bir sıkkınlık,tedirginlik havası yaratırlar.

El Greco'nun Madrid Prado Müzesi'nde bulunan geniş koleksiyonunu görebilmek için TIKLAYINIZ

6 Haziran 2009 Cumartesi

Bauhaus

Herkesin yapı market olarak bildiği Alman Bauhaus perakende zincirinin isim babası veya esin kaynağı aslında çok farklı sanatsal bir temelde karşımıza çıkar. 20. yüzyıl Modern Sanatını mimari, endüstriyel tasarım alanlarında en çok etkileyen okul, ekol, öğreti olan Bauhaus hakkında bugün evde otururken biraz kaynak karıştırdım ve çok uzatmayacak şekilde ana hatları ile bir yazı hazırlamaya karar verdim. Yazacaklarımın ötesinde aslında Bauhaus kavramının gerisinde çok büyük bir felsefe, bir öğreti var. Örnekleri ile birlikte bu yazı ile dilerim birkaç ana noktasını yakalayabilirim.

Bauhaus en ana söylemi ile, 20 yüzyıl mimarlığı üstünde en büyük etkisi olan dört mimardan biri olan Adolf Walter Gropius'un kurduğu mimarlık, tasarım ve uygulamalı sanatlar okuludur. Belçikalı sanatçı H. van de Velde Almanya'nın Weimar kentinde 1906'da kurduğu Uygulamalı Sanatlar Okulu'nun yöneticiliğinden ayrılacağı zaman, yerine yapıtlarından tanıdığı Gropius'u önermiş ve önerisi kabul görmüştür. Weimar'a gelen Gropius kentteki Güzel Sanatlar Okulu ile Uygulamalı Sanatlar Okulunu birleştirerek 1919'da Bauhaus'u kurmuştur.

Bu okul özünde Gropius'un, kuramsal bilgilere sahip sanatçıların aynı zamanda uygulamalı el sanatları alanında da eğitilmeleri gerektiğine ilişkin düşüncelerini yansıtmaktadır. Bauhaus baştan beri Gropius'un, çağına göre çok ileri olan düşüncelerini uyguladığı bir yer olmuştur. Bunlardan biri sanatçılarla el sanatçılarının birlikte çalışacakları bir ortam oluşturmaktır. Bir başkası ise sanatçıların yaratıcı eylemlerinde makinalardan faydalanmarını, böylece de yapıtlarının endüstriyel üretimini sağlamaktır. Bu ise Bauhaus'u, endüstrinin varlığını ve olanaklarını yadsımayan ilk tasarım okulu yapmaktadır.

Eğitimin içeriği;

Bauhaus'da hem uygulamalı, hem de kuramsalolan iki aşamalı bir eğitim yapılmaktadır. Öğrencilerin, biri güzel sanatlardan, biri de el işçiliğinden gelen ve aralarında sıkı bir işbirliği olan iki öğretmen tarafından eğitilmeleri öngörülmüştür. Eğitimin birinci aşamasını, kullanılacak malzemelerleel araçlarınıtanıtaca, daha sonra da buna makinalarla yapılan çalışmalarıkatacak bir ön kurs oluşturmaktadır.

Kuramsal çalışmaların ağır bastığı ikinci aşamayı ise,aralarında biçimlendirme ilkeleri, doğadançalışma, geometri ve teknik resim, yapı bilgisi, kompozisyon, biçim, renk ve mekan bilgileri gibi derslerin bulunduğu ileri kurs oluşturmaktadır.

Bauhaus'un Öğretmenleri;

Gropius, Bauhaus'a her biri daha sonra kendi alanında ün yapmış en yetenekli öğretmenleri kazandırmıştır. Soldan sağa Joseph Albers, Hinnerk Scheper, Georg Munhe, Laszlo Moholy-Nagy, Herbert Bayer, Joost Schmidt, Walter Gropius, Marcel Breuer, Vassily Kandinsky, Paul Klee, Lyonel Feininger, Gunta Stölzi ve Oscar Schlemmer . Ayrıca fotoğradfta olmayan Johannes Itten, Hennes Meyer, Ludwig Mies van der Rohe, heykelci ve seramikçi Gerhard Marcks, mimar Adolf Meyer, H. Wittwer ve mimar ve kent tasarımcısı L. Hilbersheimer öğretmenler arasındadır.

İlerleryen Yıllar ve Nasyonel Sosyalizm;

Bauhaus, eğitimin yanısıra sergiler düzenleyerek, yayınlar yaparak, öğretmen ve öğrencilerinin yapıtlarını dışarıya satarak da etkili olmuştur. Eleştirileri üzerine çeken yöntemi, öğrencilerinin serbest yaşamı, daha da önemlisi okulun bir rastlantı sonucu sosyalist bir hükümet zamanında kurulmuş olmasının getirdiği olumsuz tepkiler, onun bir süre sonra başka bir şehre taşınmasını zorunlu kılmıştır. Bauhaus'u isteyen çeşitli şehirler arasından Dessau seçilmiş ve okul 1925'te bütün öğretmen ve öğrencileri ile bu kente taşınmıştır. Tasarımını Gropius'un yaptığı yapıda ( sağda ) da sürdürülen eğitimde de değişiklik yapılmış, J. Albers, H.Bayer, M. Breuer, H. Scheper ve J.Schmidt gibi Bauhaus'dan yetişmiş öğretmenler eğitime katılmışlardır. Böylece iki öğreticili olan eğitim, hem sanat, hem uygulama alanındayetişmiş tek öğretmen tarafından yürütülmeye başlanmıştır.

Gropius 1928'de okulun yöneticilğinden ayrılmıştır. Önerisi üzerine onun yerine, Mimarlık bölümünün başkanı olan İsviçreli H. Meyer getirilmiş, 1930'da da Ludwig Mies van der Rohe yönetici olmuştur. Nasyonel Sosyalistlerin baskısının artması üzerine Mies van der Rohe 1932'de Bauhaus'u Berlin'e taşımış, bir yıl sonra da kapatmıştır.

Çağdaş mimarlığın ve endüstri tasarımını olduğu kadar bunların eğitimini de etkilemiş en önemli okul olan Bauhaus'un kapanması, öğretisinin sonu anlamına gelmeiş, doğrulukları kanıtlanan ilkeleri, pek çok yerde mimarlık ve sanat okulları tarafından benimsenmiş, geliştirilerek uygulanmıştır.

Avrupa'da görmek istediğim müzeler arasında Dessau ve Berlin'deki Bauhaus'lar ön sıralarda gelmektedir. Bu linkten Berlin'deki, bu linkten ise Dessau'daki müzelerin çok güzel hazırlanmış sitelerine ulaşarak siz de bir ön inceleme yapabilirsiniz.

Bu link ise Bauhaus'u bizim evlerimize veya ofislerimize taşıyan bir site; lütfen tıklayın.

.

4 Haziran 2009 Perşembe

D Grubu

Cemal Tollu - Ana Toprak

"D" grubu 1933 yılının Eylül'ünde, Cihangir'deki Yavuz Apartmanı'nın beşinci katında, ressam Zeki Faik İzer'in evinde beş ressam; Nurullah Berk, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer, Elif Naci (resim otoportresidir), Abidin Dino, ve bir heykeltıraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulmuş, "Osmanlı Resim Cemiyeti", "Güzel Sanatlar Birliği" ve "Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği"nden sonra Türk resim sanatında yer lan 4. grup olduğu için (Ç harfi atlanarak) alfabenin 4. harfi ile adlandırılmıştır. Bu adı bulan Nurullah Berk'tir.

D Grubu öncesi Türk resmi, "müstakil" sanatçıların çeşiti eğilimleri etkisi altındaydı. Bu eğilimlerin çoğu Empresyonist (İzlenimci), belli bir bölümü de yeni yeni belirmeye başlayan kübist nitelikler taşımaktaydı. D grubunun "müstakiller" den en büyük farkı belki belli bir estetiğin çevresinde toplanmış olmaları, eylem bakımından dayanışmalı hareket etmeleri, getirmek istedikleri anlayışı savunuşlarında daha dinamik olmalarıydı.Bu davranışları onlara, "D" Grubunu uzun yıllar sürdürmek, sergilerini yayınlar, söylevler, konferanslarla güçlendirmek olasılığını sağlıyordu.

"D" Grubunun ileri sürdüğüne göre duygudan, romantik eğilimlerden ve özellikle de Empresyonizm'in katıntılarından sıyrılarak, "entellektüel ve düşünsel yönü ağır basan" bir sanatı geliştirmek gerekti. Türk resim ve heykelinin artık "tatlılık ve hoşluktan" kurtarılıp çağdaş batı akımlarına koşut bir gelişim çizgisine oturtulması başlı başına bir zorunluluktu.

Nurullah Berk - Oturan Adam

1933 yılındaki ilk sergilerini açarken mekan bulma sorunu ile karşılaşırlar. Cemal Tollu'nun akrabası olan, dönemin Beyoğlu kaymakamı yardımlarına yetişmiş ve Tünel'deki Eski Rus Konsolosluğu bitişiğinde bulunan Narmanlı Yurdu'nda boş bir mekan olan Mimoza şapka mağazasında ilk sergilerini açarlar.(8 Ekim 1933). Mağaza, bir aylığına kira alınmaksızın D Grubu'na verilir. Sanatçıların desen çalışmalarına yer verdikleri sergiye girişin ücretsiz olması ve grubun bundan sonraki sergilerinde de bu uygulamayı sürdürmeleri, halkın sanat yapıtına ulaşabilme kolaylığının sağlanması yolunda bir girişim olarak önem kazanır. Öte yandan bu ilk sergileri, gezenler tarafından yadırganmış ve basında alay konusu haline gelmiştir. Neden mi ? İsmail Hakkı Baltacıoğlu, sergiyle ilgili olarak Yeni Adam'da yayınlanan yazısında, sanatçıların halka hitap edebilmesi gerekliliği üzerinde durur; özgürce üretebilecekleri şartları sağlayacak olan sanat ortamı ancak böyle oluşabilir: "Sevgili çocuklar teknik yolunda selamete eriyorsunuz. Bundan şüphem yok. Fakat memleket sizi milli mücadele yolunda da çalışır görmek ister. Tekniğiniz beynelmilelleştiği gibi mevzularınız da millileşirse daha iyi anlaşılacaksınız. Geçen 'Türk ressamı uyan!' başlıklı yazımda müdafasını yaptığım dava budur. Sanatkar sanatı ile yaşamak için müşteriye, seyirciye muhtaçtır. Bu seyirci ve müşteri şimdi halk kitleleridir. Hoşa gitmek için halkın anlayabileceği dili kullanmak lazımdır." [İsmail Hakkı Baltacıoğlu, "D grupu resim sergisi", Yeni Adam Dergisi, 5 Şubat 1934, Yıl 1, s.6]

Şüphesiz, halka sanatı sevdirme yolunda Baltacıoğlu'nun önerisi kayda değerdir. Belki de sanatçılar toplumla aykırılaşmak yerine, makul bir orta noktada buluşma yolunu tercih etselerdi, Türkiye'de toplumun geniş kesiminin ilgi duyduğu bir sanat ortamının oluşumu oldukça erken yıllara temellenmiş olacaktı. Bu konuda Nuri İyem'in yaptığı değerlendirme dikkat çekicidir: "Müstakillerle başlayıp D Grubu ile devam eden sanatçılar 'çağın resmi budur' diye modern resmi Türkiye'ye getirdiler. Almanya'da ya da Fransa'da kalacak olsalardı çok haklı olabilirlerdi. Ama yurdumuzun gerçeği çok başka. Türkiye'ye tepeden inme bir resim zevkini getirip koyamazsınız. Seyirci olmazsa, seveni, amatörü olmazsa ilgisiz kalır. Çallı'larla devam eden resmi sevme ve alma olayı, onların modernist çıkışlarıyla bir kesintiye uğradı. Halkı resimden uzaklaştırdı. Aydın da bunu sevmedi, tutmadı." [Dr.Erdoğan Tanaltay, Sanat Ustalarıyla Bir Gün, s.42]

Sabri Berkel - Yoğurtçu

D Grubunun geliştiği modernist yaklaşımın temelleri Paris'de atılmıştır. Dünyanın dört bir köşesinden gelen sanatçıları Fransa ve özellikle Paris'e iten neden, devletin akademisi değil, çoğu Montparnesse'da toplanan özel atölyelerinde ders veren ünlü hocalardı. Bunların başında resimde Andre Lhote, Fernand Leger, Marcel Gromaire, Othon Friezs, heykelde Marcel Gimond ve Bourdelle bulunmaktadır. En kalabalık atölye kübist-konstrüktivist (yapısalcı) Andre Lhote'un Odessa sokağındaki atölyesi idi. Sentetik kübist Fernand Leger'inki gravürcü Marcoussis ile yönettiği atölyeydi. Gromaise, Grande Chaumiere sokağındaki aynı ismini taşıyan atölyede haftada iki gün ders verirdi. Genç ressamların yetişmelerinde büyük rolleri olan bu üç sanatçı, Kübizm yolunda yürümüş, resim tekniğini yapısal temellerle sağlamlaştırmıştı. Desen gücü, biçimsel araştırma, tablonun arkitektüral yapısı, ayrıntılardan arınmış pürüzsüz formlar estetik bir konstrüktivizm(yapısalcılık), her üçünde görülüyordu. Böylece D grubu üyelerinin "Müstakiller"in Empresyonist yaklaşımdan ayrılmaları, dönemin sanat camiası tarafından onaylanmasalar bile, CHP Hükümetinin çağdaşlaşma isteğine paralel olarak Batı'daki yeni akımları ülkeye taşıyarak, "Yaşayan Sanat" söylemleri ile üslüplandırılmış bir biçim özlemiyle çalışmaları doğaldı.

D Grubu'nun 1943'e kadar toplam onbeş karma sergisi açıldı. Gruba 4. sergide Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Turgut Zaim, 7. sergide Halil Dikmen, Eşref Üren, Eren Eyüboğlu, Arif Kaptan ve Salih Urallı, 11. sergide Hakkı Anlı, Sabri Berkel ve Fahrünnisa Zeid katılmıştır. Sonrasında Nusret Suman ve Zeki Kocamemi'nin de katılımıyla grup üyelerinin sayısı artmış, Leopold Levy, Şeref Akdik ve Cemal Nadir Güler de yapıtlarını birer kez grupla sergilemişlerdir. Böylece üye sayısı 20'ye çıkan grup daha geniş bir eğilimler yelpazesine kavuşmuştur.

Eşref Üren - Ankara'da Kış

Grup, açılışında Necip Fazıl Kısakürek'in konuşma yaptığı üçüncü sergisini, 8 Haziran 1934'de eski Dağcılık Kulübü'nde; Peyami Safa'nın konferans verdiği dördüncü sergisini ise 27 Aralık 1934'de Galatasaraylılar Cemiyeti merkezinde açmıştır. Zor şartlar altında sergiler açan sanatçılar, bırakın ekonomik yönden tatmin edilmeyi toplumun en ufak bir ilgisine dahi muhtaçtırlar. Grubun 20 Temmuz 1935'de eski Fransız Tiyatrosu salonlarında düzenlediği sergide yapıtlarını perdeler üzerine asarak sergileyen sanatçılar, sanat ortamına belli bir hareketlilik getirmeye ve seslerini duyurmaya başlamışlardır. Bulabildikleri mekanda zor şartlar altında ve maddi bir karşılık alamadan açılan bu sergi, 1 Şubat 1936'da Ankara Sergievi'nde tekrar etmiştir. Loş tiyatro salonundan ışıklı sergi salonuna kavuşmanın heyecanı, İstanbul'da sergi mekanı konusundaki eksikliğin tekrar gündeme gelmesine neden olur.

Bedri Rahmi Eyüboğlu - Tophane

Bu arada, Burhan Toprak'ın Akademi müdürü olmasının (1936- 1948) ardından, bu kurumun eğitim kadrolarına ressam Leopold Lévy ve heykeltraş Rudolf Belling gibi yabancı sanatçıların katıldığı görülür. Bu dönemde, Çallı ve Hikmet Onat atölyeleri korunmuş olmakla beraber; Bedri Rahmi, Zeki Faik, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Sabri Berkel gibi genç kuşak sanatçıların, akademiye eğitici olarak atandığı görülür. Böylece, Akademi kadrolarındaki nesil değişiminde ağırlıklı olarak d Grubu sanatçılarının yerlerini almış oldukları ve bu konumlarıyla devletle olan ilişkilerini arttırdıkları söylenebilir.

Salih Urallı - Kompozisyon

1950'lere kadar etkinlikleri devam eden D Grubu üyeleri, sonraki sanat yaşamlarında çeşitli ve değişik sanat eğilimleri göstermişlerdir. Nurullah Berk minyatür, yazma ve eski yazı gibi yerel motiflere dayanan dekoratif bir resim anlayışına, Cemal Tollu Hitit sanatının biçimleriyle Bireşimci Kübizm'i bağdaştırmaya, Elif Naci geleneksel bir resim diline, Zeki Faik İzer II. Dünya Savaşı sonrasının egemen eğilimi olan Soyut Dışavurumculuğa, Zühtü Müridoğlu soyut heykele, Bedri Rahmi ise Anadolu el ve halk sanatlarına dayanan dekoratif bir görselliğe yönelmişlerdir.


Fahrünnisa Zeid - Portre

2 Haziran 2009 Salı

Hokusai'nin Büyük Dalgası



Geçen gün elimde kumanda zap yapıyordum. BBC World'un "The World's Masterpieces" diye bir belgeseli var. Şanslı olup da denk geldiğim zamanlarda sanat tarihi bilgime bilgi katan bir seri bu.

Yukarıda gördüğünüz ahşap baskı harikası "Büyük Dalga" (The Great Wave off Kanagawa), 1760-1849 yılları arasında yaşamış ve hayatı boyunca 30'a yakın isim değiştirmiş olan Hokusai'ye ait. Tahmin edilebileceği gibi "Hokusai" de bu Japon ahşap baskı sanatçısının gerçek ismi değil. Ama Batı onu "Katsushika Hokusai" olarak tanımış, biz de öyle bilelim.(Gerçek ismi Tokitaro)

Kendini beğenmiş, saldırgan, enerjik ve bohem Hokusai, Japonya'nın Konfiçyus değerlerinin ve feodal düzenin hakim olduğu Tokugawa döneminde (1600-1867) yaşamıştır. Girdiği bütün sanat okullarından atılmış, kendisini etrafa beğendirmek gibi bir kaygıyı hiç taşımamıştır. Ancak onu var eden Katsukawa Okulu'nu da hiç yadsımaz. 89 yıl boyunca gerisinde aralarında ipek üzerine yapılmış resimler, ahşap baskı resimleri, resimli kitaplar, mangalar, seyahatlerinde yaptığı betimlemeler, erotik resimler ve eskizler olan otuz bin eser bırakmıştır. Batı, onu ölümünden çok sonra tanımıştır ve Batı sanatı üzerinde etkileri tartışılmazdır. Modernleşme yolundaki Batı sanatını 19. yüzyıl sonlarında başlayan "Art Nouveau" akımında en çok etkileyen Doğulu sanatçılardandır. Bunun yanısıra Hokusai'nin eserlerinin Van Gogh, Claude Monet, Edgar Degas, Paul Gauguin, Toulouse-Lautrec gibi ustalar üzerinde de büyük etkisi olduğu bilinmektedir.

Hokusai sanatı için "Altı yaşımdan itibaren nesnelerin görünen şekillerini çizmeye karşı delilik derecesinde bir tutkum vardı. Elli yaşıma geldiğimde dünya kadar desen çizmiş, bunları bastırmıştım, ama yetmiş yaşımdan evvel yaptığım her şey can sıkmaya değecek şeyler değildi. Yetmiş beş yaşıma geldiğimde doğadaki örneklerden, hayvanlardan, bitkilerden, ağaçlardan, kuşlardan, balıklardan ve böceklerden bir şeyler öğrenmiş olacağım. Seksen yaşıma geldiğimde göreceksiniz ki gerçek bir gelişme göstereceğim. Doksanımda yaşamın kendi sırlarına derinlemesine inen yolumu kat etmiş olacağım. Yüz yaşında olağanüstü bir sanatçı olacağım. Yüz on yaşına geldiğimde yarattığım her şey, bir nokta, bir çizgi daha evvel hiç olmadığı kadar yaşamın içine dalacak. Benim kadar uzun yaşayacak olan sizlere sesleniyorum verdiğim sözü tutacağım. Bunu yaşlılığımda yazdım. Kendime bugüne dek Hokusai dedim, ama bugün imzamı 'Resme deli olan yaşlı adam" olarak atıyorum" demiştir.

Hokusai'nin Büyük Dalga ahşap baskısında görünen dağ Japonlar için ilahi bir anlam taşıyan Fuji'dir. Esere ismini veren büyük çoşkun dalgadan yayılan enerji ve kıvrımlarının yansımalarını Art Nouveau'da çok net görebiliriz. Hokusai hareketli dalgaları betimlemeye bayılırdı. Bu dalga tek parça ve kocaman bir Yin'e, altında yer alan boş alan Yang'a şekil vermektedir. Her an çarpması mümkün olan bu dalga resmin gerilimini arttırmaktadır. Ayrıca eserde Kanagawa bölgesinde bahar aylarında rastladıkları fırtına ile boğuşarak evlerine dönmekte olan iki balıkçı teknesi tasvir edilmiştir. İlginç olan fırtına ile aynı anda gökyüzünde güneşin aydınlığının da bulunmasıdır. Bahar ayları bu bölgede en lezzetli ve bol balığın yakalandığı dönemdir ve bereketin sembolüdür. O dönemde Batı limanlarından gelen özellikle Hollandalı ressamlara ait resimlerin kopyalarından Hokusai perspektif ve desen tekniklerini inceleme fırsatını bulmuştur. Büyük Dalga'da özellikle perspektif tekniğini başarı ile uyguladığı görülür. Hokusai eserlerinde geometriye de büyük önemverirdi. Betimlediği bütün desenler büyük bir geometrik uyum içindedir.

Büyük Dalga Hokusai'nin 100 eserden oluşan "Fuji Dağı Manzaraları" serisinde en ünlü olanıdır. Ahşap baskı tekniğinde desenler ahşap üzerine oyulur ve ahşap renklendirilerek desen kağıtlara aktarılırdı. Bu nedenle Büyük Dalga'dan ellinin üzerine çoğaltıldığı bilinmektedir. Ancak tarih boyunca özellikle savaşlar nedeniyle birçoğu yok olmuştur. En güzel örneklerinden biri New York Metropolitan Müzesi'ndedir. Aşağıda Fuji Dağı manzaralarından dört örnek daha görülebilir.



hokusai fuji



1 Haziran 2009 Pazartesi

Venedik'in Sefahat Dönemi: Cinquecento

venice_canalvenicegondolavenice3eski-venedikponte_dei_sospirivenice2

Venedik'in ekonomisi 15. yüzyıl ortalarında tavan yapmıştı. Sonralarında dünyada meydana gelen önemli gelişmeler ve olaylar, üç yüzyıl süren bir gerileme dönemine sürükledi Venedik'i. Osmanlı İmparatorluğu'nun genişlemesiyle birlikte Akdeniz'deki hakimiyetini pekiştirme siyasati, Venedik'in antlaşmalı limanları için felaket anlamına geliyordu. Doğu, Osmanlı yüzünden Doğu ile olan ticari bağlarını yitirmekle kalmadı, aynı zamanda Osmaanlı ile hiçbir zaman kazanamayacağı bir savaş içine sürüklendi.

Venedik tüccarları için bir kötü haber de Batı'dan geldi. İspanyol ve Portekiz'li kaşifler Amerika kıtasını ve Doğu'ya açılan yeni yolları keşfetmişlerdi. 1500'lü yıllarda Portekiz, Hindistan'la ticaret yapmak için Vasco da Gama'nın bulduğu Güney Afrika, Ümit Burnu rotasını kullanıyordu. Doğu üzerindeki tekel kırıldığında, çanlar bu kez Venedik'in ekonomik çöküşünü haber veriyordu. Venedik'in gerileme dönemi, tıpkı Osmanlı'nın Lale Devri gibi görkemliydi. Ekonomik ömrünü tamamlamış diğer birçok kültirde olduğu gibi, ticari faaliyetlerden sanata, savaşlardan diplomasi ve politikaya, yoğun çalışma saatlerinden eğlenceli dakikalara doğru kaymalar yaşandı toplumda. Venedik satın satın alır konumundan hediyelik eşya satar duruma gelmişti. İtalyanlar, Avrupalının bu gıpta ettiği, dillere destan eğlencelerin, şenliklerin tertip edildiği bu sefahat devrinr, yani 1500'lü yıllara Cinquecento (çin-kue çento diye okunur) derler.

Venedik'in ekonomik çöküşü beraberinde politik kirliliği ve skandalları da getirdi. Yönetimin baskısı arttı, otokrasi güçlenmeye başladı. Kentte bu döneme ait, son derece ikna edici zindanların ve işkence odalarının varlığı görülmeye değerdir. ( ben görmüştüm, felaketti. Şaşalı, altın varaklarla, paha biçilmez resimlerle bezenmiş toplantı salonları ile Dükalık Sarayının alt dehlizlerindeki işkence hücreleri tüyler ürpertici) . Kötü şöhreti sınırları aşan Kazanova, Venedik hapisanelerini yakından tanıma fırsatı bulanlardan biridir. Anlattıkları çarpıcıdır : "Oradaki yeraltı zindanları tabutu andırıyordu. İçindekiler "Kuyu" diyorlar, çünkü denizden sızan diz boyu pis suyun içindeler. Bu lağımda yaşamak için insanın lanetlenmiş olması gerek. Her sabah sulandırılmış çorba ve bir somun ekmek veriliyor mahkumlara. Hemen yerlerse ne ala, yoksa dev gibi sıçanlar tetikte bekliyor. Ben içerideyken ölen bir suçlunun Kuyu'da 37 yıl geçirdiğini duydum".

1600'lerde yeniden inşa edilen ve bugün ziyaretçilere açık "Ponte dei Sospiri- İç Çekme Köprüsü" (yukarıda sağdan ikinci), avukatların Dükalık Sarayı bünyesindeki çalışma mekamlarıyla mahkum koğuşları arasındaki geçişi sağlıyordu. Mahkumlar koğuşlarından alınarak bu yoldan mahkeme salonuna getiriliyor, kapalı oturumda yargılanıyor, hüküm halkın bilgisi olmaksızın veriliyordu. Bu köprüden belki de ölüme giderken, sevdikleri kente son bir kez bakıp iç çekiyorlardı. Köprünün adı da buradan geliyordu.

Venedik uzun süren gerileme dönemide halkı kırıp geçiren iki veba salgını yaşadı. 1797'de Napolyon geldiğinde kent tümüyle savunmasızdı. Napolyon cumhuriyete son vererek kenti büyük bir kaosun içine sürükledi. Venedikliler, İtalyan Birliği'ne katıldıkları 1866 yılına kadar, Avrupa'nın güçlü devletlerinin egemenliklerinde kaldılar.

Günümüze gelindiğinde Venedik, artık eskimiş ve yıpranmış bir durumda, yavaş yavaş sulara gömülüyor. Meraklı günlük turistlerin yoğun şekilde rağbet ettiği Venedik'de, Rönesans'ın ihtişamını hala görebilmek mümkün. Bu ihtişamın korunabilmiş olmasının nedeniyse kentin sancılı ekonomik çöküşü ve yaşanan yoksulluk. Kentin imarı için para bulmak mümkün olmadı. Birçok gezginin tarih boyunca Venedik'e rağbet etmemesinin sebebi belki de kilometrelerce yayılan lağım kokusuydu. Şimdilerde Avrupa Birliği fonları ile Venedik'in sulara gömülmesini engellemek için projeler yürütülüyor, Venedik dışına gel-git'lerin yaşattığı su baskınlarının etkilerini hafifletici setler inşa ediliyor.

Kaynak : Avrupa Sanatının İpuçları - Rick Steves, Gene Openshaw - Lale Sürmen Aran - Tankut Aran